12 Ekim 2013 Cumartesi

Torino Atı: “İyinin ve Kötünün Ötesinde”*



“İnsanoğlu başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama, karanlık geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi mühürlediği kapıların ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı.”

Stanislaw Lem, ‘Solaris’**



Öncelikle yazıya başlarken şunu belirtmeliyim ki bir sanat eserini izledikten/okuduktan/dinledikten sonraki yorumlama kısmının ne kadar öznel olduğunu bir kez daha anladım. Yönetmenin veya yazarın ortaya koymuş olduğu eserde anlatmak istedikleri ile okuyucu ya da izleyicinin o eserden almış olduğu izlenim ve çıkarmış olduğu sonuç kimi zaman benzer olsa da, çoğu zaman tam tersi yollara da evrilebiliyor. Aslında eserle girilen ilişkinin doğal bir sonucu bu. Çünkü bir sanat eseri, sahibinden bağımsız hale geldiği için bir sanat eseridir. O eser perdeye yansımaya başladığı andan itibaren artık yönetmenin filmi olmaktan çıkmıştır, yeni sahip artık izleyicidir. Bu durum, sanatsal filmler ve auteur olarak adlandırılan tür için daha da önemli olarak görünüyor. Çünkü izleyici açısından bu filmleri anlamlandırabilmek kolay değildir. Yönetmen de izleyicinin biraz kıvranmasını ve filmden bir şeyler çıkarabilmek için çaba sarf etmesini ister. Dolayısıyla bu tür filmleri izlerken bir nevi kitap okuyor hissine kapılırsınız. Hasılı kelam Bela Tarr, Andrei Tarkovski ve Lars v. Trier gibi isimlerin yapıtları, hiçbir zaman izleyici için kolay lokma olmamışlardır.

Bunları neden mi söyledim? Sebeb-i hikmeti şu; film bittikten sonra eserin aklımda çağrıştırdığı şeyler ile yönetmenin gerçekten de bunları mı söylemek istediği sorusu arasında bir bağlantı kurmaya çalıştım. Daha sonra film üzerine Bela Tarr’ın bir röportajını okuduğumda ise, aslında bende uyanan şeyler ile Tarr’ın söylemeye çalıştığı şeyin gayet doğal olarak farklı şeyler olabileceğini fark ettim. Bir sanat eserini, sanat eseri kılan en güzel özelliklerden birisinin de bu olduğunu bir kez daha anladım.


“Anne, ne kadar da aptalım!”


Uzunca yaptığımız bu girizgâhtan sonra artık filme geçelim isterseniz. Eserin, Nietzsche’nin ata sarılma ve ağlama hikâyesi ile başlaması boşuna değil aslında. Nietzsche’nin Şen Bilim (bkz. F. Nietzsche- Şen Bilim, çev. Ahmet İnam, Say Yayınları, 2010 ) adlı eserinin açılışında, yanan bir mumun yavaşça sönmesi ve bu sönüş sonucunda Tanrı’nın ölümünün kanıtlanması anlatılır. Edebi ve şiirsel bir kurgudur anlatılan. Bu sebeple olacak ki Tarr, üzerinde yükseleceği metafor olarak Nietzsche’nin bu kurgusunu kullanıyor. Bela Tarr, bir nevi “Yaradılışın 6 Günü”ne gönderme yaparak izleyiciye altı günde olup biten bir anti yaratılış hikâyesi sunuyor. Biz tekrar Nietsche’ye dönelim ve bizlere anlatılan o meşhur at olayına değinelim isterseniz. Atın kırbaçlandığını gören Nietzsche hemen atın sahibine engel oluyor ve atın acı çekmesini engelliyor. Buraya kadar Nietzsche’nin yaptığı şey, her insan evladının yapabileceği bir hareket olarak görünüyor ve enteresan bir şey yok. Aklımı kurcalayan ve üzerinde düşünmemi sağlayan şey ise, atın boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlayarak, “Anne, ne kadar da aptalım!” diye kendi kendine bir şeyler söylemesiydi. O yaşına kadar “Tanrı öldü!” diye adeta kükreyen Nietzsche, o esnada neden birden kendine aptallık sıfatını yakıştırarak hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı?

Nietzsche için bir kopuş anıdır bu sahne. Bu andan itibaren Nietzsche artık eski Nietzsche değildir ve bundan sonra yaşamındaki akıbet bellidir: Ömrünün kalan son on yılını annesi ve ablasıyla geçirdiği müzmin bir hayat! Bilindiği gibi Nietzsche, eser vermeye başladığı ilk dönemden biraz önce bahsetmiş olduğumuz ve belki de hayatında bir dönüm noktası olan Torino’daki at olayına kadar oldukça sert ve kelimelere adeta çığlık attıran bir üslup sergilemişti. Eserlerine az çok göz atanlar bilir, ilk başta insanı zorlar ve afallatır. Üzerinde tefekkür etmeye ve bu tefekkür sonucu birtakım çıkarımlar yapmaya başladığınızda ise aldığınız tadı ve fikir hazzını uzun bir süre unutamazsınız. Fakat hayatının bu son on yılında Nietzsche artık durulmuş gibidir, o eski kükreyen Nietzsche yoktur artık. Atın boynuna sarılarak hüngür hüngür ağlaması da biraz bundan dolayıdır. Ve sırf bundan dolayı, ben Nietzsche’yi bir kez daha sevdim! Şunu da ifade etmeliyim ki, bugün meseleye sırf politik/ideolojik bir çerçeveden bakan insanların anlattığı Nietzsche’den bahsetmiyorum ben, (onların Nietzsche’yi zerre kadar anladığını da düşünmüyorum) ömrü boyunca varoluşsal problemlerle yüreği kavrulmuş ve bir nebze olsun yüreğini ferahlatmaya çalışan Nietzsche’den bahsediyorum. Nietzsche’nin sadece “Tanrı öldü!” mottosunu alıp çığırtkanlık yapmanın ilk elden kendisine karşı bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Evet, Nietzsche “Tanrı öldü!” lafzını kullanıyor, lakin yanına şunu da ekliyor: “Onu biz öldürdük!”

 
Aslında Nietzsche’nin sitemi Tanrı’ya değil, yeryüzünde kendi tanrılarını yaratan Hıristiyanlığa karşıdır. Bu yüzden yerden yere vurur Hıristiyanlığı ve kendi putlarını yaratan Rahipleri. (bkz. F. Nietzsche- Deccal, çev. Ayça Kaya, Say Yayınları, 2010, kitabın alt başlığı ise ‘Hıristiyanlığa Lanet’tir.) Ona göre gerçek manada ilk ve son Hıristiyan çarmıhta ölmüştür. Hristiyanlıkta ne din, ne ahlâk hiçbir noktada gerçekle bağlantı kurmamış, bu dinin dünyayı çirkin ve kötü bulma çözümü, dünyayı kötü ve çirkin yapmıştır.  Fakat şu da belirtilmelidir ki Nietzsche’nin Hıristiyanlığa karşı bu kadar sert eleştiriler yöneltmesi, bütün dinlere karşı bu tutumda olduğu anlamına gelmez. Onun kini ve hıncı Hıristiyanlığadır ve küre-i arzı insana yasaklayan dinleredir. Modernitenin kendi açmazı olan “kutsal olanın sekülerleşmesi” ve bu sekülerleşmeden yeni kutsallar yaratma hadisesi, Nietzsche’nin ağzından bugün dinlenince ne kadar da güzel anlaşılıyor öyle değil mi? O yüzden Nietzsche gibi adamların kıymet-i harbiyesi kendi dönemlerinde bilinmez, anlattığı şey yarının insanıdır çünkü.

İlerlemek, ilerlemek ve ilerlemek…


Filmin bu ilk sekansından, yani Nietzsche’nin gözüyle anlatılmak istenen dünyanın idrak edilmesinden sonra, bu sefer atın ve sahibinin gözünden akıyor hikâye. Aslında filmin temel karakterleri de bunlar, at ve sahibi. Rüzgârlı ve karanlıktır yaşadıkları yer ve yemek öğünleri sadece haşlanmış patatesten ibarettir. Uzun bir süre filmin, rüzgâr-gri-patates ekseninde devam etmesinden sonra içeriye birinin girmesiyle birlikte film hareketlenmeye başlıyor. Anlatılan hikâyedeki ana konuşma belki de burada gerçekleşiyor. Atın sahibinin komşusu içeri giriyor ve aralarında kısa, sade ve bir o kadar da koltuğa çivileyici bir monolog gerçekleşiyor. Benim komşunun söylediklerinden çıkardığım en temel hadise, kendisinin de bahsettiği “her şeyin değersizleştiği ve her şeyin mahvolduğu” bir durum tasvirinin ortaya konulması. İçeriye giren komşunun monolog boyunca bahsettiği mevzunun temelini oluşturan olay bu gibi. Fakat her şeyi değersizleştiren, bayağılaştıran kim? Esas soru bu belki de ve cevabı da yine içeri giren şahsın kendisi veriyor: “İnsanın kendi kararlarıyla ortaya koymuş olduğu iradenin ürünü bu!” Burada biraz da bariz bir şekilde ifade edilmek istenen durum, aydınlanma mirasının ve hem teknik hem de başka alanlarda ‘hiç durmadan ilerleyen ve gelişen’ dünyanın vardığı yerin nasılda karanlık bir yer olduğunun gösterilmesi hiç şüphesiz.

19. yüzyıl aydınlarının bulundukları dönem itibariyle bunu görmeleri mümkün değildi fakat bugünün insanının bunu görme fırsatı var. 19. yüzyıl insanının ulaşmak istediği yer daha iyi bir dünyaydı kuşkusuz ki dönemin felsefi isminin ‘Aydınlanma Düşüncesi’ olarak konulması da bu bakımdan boşuna değildi. Temel hedef aydınlanmak ve bu aydınlanma sonucunda ilerlemek, ilerlemek ve ilerlemekti. Fakat süregelen yıllar, 20. yüzyılın başlarındaki ve daha sonra bir ikincisi de gelen dünya harpleri dizisini gösterince, artık bu hedefin neler doğuracağının da farkına varılmaya başlanmıştı. İki dünya savaşı arasındaki aydın ve bilim adamlarına baktığınızda bunu daha iyi görebilirsiniz, hepsinin umduklarıyla ile buldukları şeyler ne kadarda farklıydı! Hollandalı filozof ve düşünür Erasmus ile birlikte başlayan ve yüzyıllar boyunca Batılı aydınların temel düşünüş şekli olan hümanist söylem bıçak gibi kesilmişti. Dinin yerine yeni bir kutsal meydana getiren Hümanizm ve aydınlanmanın nüveleri, gerçekleşen iki dünya harbiyle birlikte görülmeye başlanmıştı. Ve tablo hiç de iç açıcı değildi. Filmin bu monoluğundaki temel vurgu da bu bakımdan, yaratılan yeni dünyanın artık karanlık bir dünya olduğu vurgusuydu. Nietszche’nin ata sarılma hikâyesinin başa konulması da bu bakımdan oldukça anlamlıydı.

Son olarak şunu söylemeliyim ki filmin izlenmesi oldukça zor bir eser olduğunu inkâr edemem. Üslup olarak aşırı bir şekilde monotonluğun vurgulanması kuşkusuz filmin izlenmesini de zor kılıyor. Fakat arada geçen kısa bir olay veya bir diyalog, sizin filmden bir anlam çıkarmanızı ve o esere bir değer atfetmenizi sağlıyor. Bu tarz yapımları önemli kılan durumlardan birisi, belki de en önemlisi bu. 30. İstanbul Film Festivali’ndeki konuşmasında “Bu filmi gözleriniz ve kalbiniz ile izleyin” diyordu Bela Tarr. Ve evet, estetik anlayışı itibariyle klasik kalıpların çok ötesinde bir yapım olduğundan göze, alt metnin doluluğu ve duygu yoğunluğu  bakımından da kalbe hitap ediyor Torino Atı. Bu bakımdan her daim bu tarz auetor’lara saygım çok fazla olmuştur ve olmaya da devam edecektir. İzleyiciden istenen ise, sadece biraz sabır.

Notlar:
*Başlık Friedrich Nietzsche’nin “Beyond Good and Evil” (İyinin ve Kötünün Ötesinde, Say Yayınları, 2010) eserinin isminden aynen alınmıştır.
**Stanislaw Lem, “Solaris”, çev. Mehmet Aközer, İletişim Yayınları, 2012




1 yorum:

  1. Yorumunuzu filmi izlemeden önce okudum ve bu sayede film benim için anlaşılır oldu. Teşekkürler.

    YanıtlaSil