“İnsanoğlu
başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama, karanlık
geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi
mühürlediği kapıların ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı.”
Stanislaw
Lem, ‘Solaris’**
Öncelikle yazıya başlarken şunu belirtmeliyim ki bir sanat eserini izledikten/okuduktan/dinledikten
sonraki yorumlama kısmının ne kadar öznel olduğunu bir kez daha anladım.
Yönetmenin veya yazarın ortaya koymuş olduğu eserde anlatmak istedikleri ile
okuyucu ya da izleyicinin o eserden almış olduğu izlenim ve çıkarmış olduğu
sonuç kimi zaman benzer olsa da, çoğu zaman tam tersi yollara da evrilebiliyor.
Aslında eserle girilen ilişkinin doğal bir sonucu bu. Çünkü bir sanat eseri,
sahibinden bağımsız hale geldiği için bir sanat eseridir. O eser perdeye
yansımaya başladığı andan itibaren artık yönetmenin filmi olmaktan çıkmıştır,
yeni sahip artık izleyicidir. Bu durum, sanatsal filmler ve auteur olarak
adlandırılan tür için daha da önemli olarak görünüyor. Çünkü izleyici açısından
bu filmleri anlamlandırabilmek kolay değildir. Yönetmen de izleyicinin biraz
kıvranmasını ve filmden bir şeyler çıkarabilmek için çaba sarf etmesini ister. Dolayısıyla
bu tür filmleri izlerken bir nevi kitap okuyor hissine kapılırsınız. Hasılı
kelam Bela Tarr, Andrei Tarkovski ve Lars v. Trier gibi isimlerin yapıtları,
hiçbir zaman izleyici için kolay lokma olmamışlardır.
Bunları neden mi söyledim? Sebeb-i hikmeti şu; film bittikten sonra eserin
aklımda çağrıştırdığı şeyler ile yönetmenin gerçekten de bunları mı söylemek
istediği sorusu arasında bir bağlantı kurmaya çalıştım. Daha sonra film üzerine
Bela Tarr’ın bir röportajını okuduğumda ise, aslında bende uyanan şeyler ile
Tarr’ın söylemeye çalıştığı şeyin gayet doğal olarak farklı şeyler
olabileceğini fark ettim. Bir sanat eserini, sanat eseri kılan en güzel
özelliklerden birisinin de bu olduğunu bir kez daha anladım.
“Anne, ne kadar da aptalım!”
Uzunca yaptığımız bu girizgâhtan sonra artık filme geçelim isterseniz. Eserin,
Nietzsche’nin ata sarılma ve ağlama hikâyesi ile başlaması boşuna değil
aslında. Nietzsche’nin Şen Bilim (bkz. F.
Nietzsche- Şen Bilim, çev. Ahmet
İnam, Say Yayınları, 2010 ) adlı eserinin açılışında, yanan
bir mumun yavaşça sönmesi ve bu sönüş sonucunda Tanrı’nın ölümünün kanıtlanması
anlatılır. Edebi ve şiirsel bir kurgudur anlatılan. Bu
sebeple olacak ki Tarr, üzerinde yükseleceği metafor olarak Nietzsche’nin bu
kurgusunu kullanıyor. Bela Tarr, bir nevi “Yaradılışın 6 Günü”ne gönderme
yaparak izleyiciye altı günde olup biten bir anti yaratılış hikâyesi sunuyor. Biz
tekrar Nietsche’ye dönelim ve bizlere anlatılan o meşhur at olayına değinelim
isterseniz. Atın kırbaçlandığını gören Nietzsche hemen atın sahibine engel oluyor ve
atın acı çekmesini engelliyor. Buraya kadar Nietzsche’nin yaptığı şey, her
insan evladının yapabileceği bir hareket olarak görünüyor ve enteresan bir şey
yok. Aklımı kurcalayan ve üzerinde düşünmemi sağlayan şey ise, atın boynuna sarılıp
hüngür hüngür ağlayarak, “Anne, ne kadar da aptalım!” diye kendi kendine
bir şeyler söylemesiydi. O yaşına kadar “Tanrı öldü!” diye adeta kükreyen
Nietzsche, o esnada neden birden kendine aptallık sıfatını yakıştırarak hüngür
hüngür ağlamaya başlamıştı?
Nietzsche için bir kopuş anıdır bu sahne. Bu andan itibaren Nietzsche artık
eski Nietzsche değildir ve bundan sonra yaşamındaki akıbet bellidir: Ömrünün
kalan son on yılını annesi ve ablasıyla geçirdiği müzmin bir hayat! Bilindiği
gibi Nietzsche, eser vermeye başladığı ilk dönemden biraz önce bahsetmiş
olduğumuz ve belki de hayatında bir dönüm noktası olan Torino’daki at olayına
kadar oldukça sert ve kelimelere adeta çığlık attıran bir üslup sergilemişti.
Eserlerine az çok göz atanlar bilir, ilk başta insanı zorlar ve afallatır. Üzerinde
tefekkür etmeye ve bu tefekkür sonucu birtakım çıkarımlar yapmaya başladığınızda
ise aldığınız tadı ve fikir hazzını uzun bir süre unutamazsınız. Fakat
hayatının bu son on yılında Nietzsche artık durulmuş gibidir, o eski kükreyen
Nietzsche yoktur artık. Atın boynuna sarılarak hüngür hüngür ağlaması da biraz
bundan dolayıdır. Ve sırf bundan dolayı, ben Nietzsche’yi bir kez daha sevdim! Şunu
da ifade etmeliyim ki, bugün meseleye sırf politik/ideolojik bir çerçeveden
bakan insanların anlattığı Nietzsche’den bahsetmiyorum ben, (onların
Nietzsche’yi zerre kadar anladığını da düşünmüyorum) ömrü boyunca varoluşsal
problemlerle yüreği kavrulmuş ve bir nebze olsun yüreğini ferahlatmaya çalışan
Nietzsche’den bahsediyorum. Nietzsche’nin sadece “Tanrı öldü!” mottosunu alıp
çığırtkanlık yapmanın ilk elden kendisine karşı bir haksızlık olduğunu
düşünüyorum. Evet, Nietzsche “Tanrı öldü!” lafzını kullanıyor, lakin yanına
şunu da ekliyor: “Onu biz öldürdük!”
Aslında Nietzsche’nin sitemi Tanrı’ya değil, yeryüzünde kendi tanrılarını
yaratan Hıristiyanlığa karşıdır. Bu yüzden yerden yere vurur Hıristiyanlığı ve
kendi putlarını yaratan Rahipleri. (bkz.
F. Nietzsche- Deccal, çev. Ayça
Kaya, Say Yayınları, 2010, kitabın alt başlığı ise ‘Hıristiyanlığa Lanet’tir.)
Ona göre gerçek manada ilk ve son Hıristiyan çarmıhta ölmüştür. Hristiyanlıkta
ne din, ne ahlâk hiçbir noktada gerçekle bağlantı kurmamış, bu dinin dünyayı
çirkin ve kötü bulma çözümü, dünyayı kötü ve çirkin yapmıştır. Fakat şu da belirtilmelidir ki Nietzsche’nin
Hıristiyanlığa karşı bu kadar sert eleştiriler yöneltmesi, bütün dinlere karşı
bu tutumda olduğu anlamına gelmez. Onun kini ve hıncı Hıristiyanlığadır ve
küre-i arzı insana yasaklayan dinleredir. Modernitenin kendi açmazı olan
“kutsal olanın sekülerleşmesi” ve bu sekülerleşmeden yeni kutsallar yaratma
hadisesi, Nietzsche’nin ağzından bugün dinlenince ne kadar da güzel anlaşılıyor
öyle değil mi? O yüzden Nietzsche gibi adamların kıymet-i harbiyesi kendi
dönemlerinde bilinmez, anlattığı şey yarının insanıdır çünkü.
İlerlemek,
ilerlemek ve ilerlemek…

19. yüzyıl aydınlarının bulundukları dönem itibariyle bunu görmeleri mümkün
değildi fakat bugünün insanının bunu görme fırsatı var. 19. yüzyıl insanının
ulaşmak istediği yer daha iyi bir dünyaydı kuşkusuz ki dönemin felsefi isminin ‘Aydınlanma
Düşüncesi’ olarak konulması da bu bakımdan boşuna değildi. Temel hedef
aydınlanmak ve bu aydınlanma sonucunda ilerlemek, ilerlemek ve ilerlemekti.
Fakat süregelen yıllar, 20. yüzyılın başlarındaki ve daha sonra bir ikincisi de
gelen dünya harpleri dizisini gösterince, artık bu hedefin neler doğuracağının
da farkına varılmaya başlanmıştı. İki dünya savaşı arasındaki aydın ve bilim
adamlarına baktığınızda bunu daha iyi görebilirsiniz, hepsinin umduklarıyla ile
buldukları şeyler ne kadarda farklıydı! Hollandalı filozof ve düşünür Erasmus
ile birlikte başlayan ve yüzyıllar boyunca Batılı aydınların temel düşünüş
şekli olan hümanist söylem bıçak gibi kesilmişti. Dinin yerine yeni bir kutsal
meydana getiren Hümanizm ve aydınlanmanın nüveleri, gerçekleşen iki dünya
harbiyle birlikte görülmeye başlanmıştı. Ve tablo hiç de iç açıcı değildi. Filmin
bu monoluğundaki temel vurgu da bu bakımdan, yaratılan yeni dünyanın artık
karanlık bir dünya olduğu vurgusuydu. Nietszche’nin ata sarılma hikâyesinin
başa konulması da bu bakımdan oldukça anlamlıydı.
Son olarak şunu söylemeliyim ki filmin izlenmesi oldukça zor bir eser
olduğunu inkâr edemem. Üslup olarak aşırı bir şekilde monotonluğun vurgulanması
kuşkusuz filmin izlenmesini de zor kılıyor. Fakat arada geçen kısa bir olay
veya bir diyalog, sizin filmden bir anlam çıkarmanızı ve o esere bir değer
atfetmenizi sağlıyor. Bu tarz yapımları önemli kılan durumlardan birisi, belki
de en önemlisi bu. 30. İstanbul Film Festivali’ndeki konuşmasında
“Bu filmi gözleriniz ve kalbiniz ile izleyin” diyordu Bela Tarr. Ve evet,
estetik anlayışı itibariyle klasik kalıpların çok ötesinde bir yapım olduğundan
göze, alt metnin doluluğu ve duygu yoğunluğu
bakımından da kalbe hitap ediyor Torino Atı. Bu bakımdan
her daim bu tarz auetor’lara saygım çok fazla olmuştur ve olmaya da devam
edecektir. İzleyiciden istenen ise, sadece biraz sabır.
Notlar:
*Başlık Friedrich Nietzsche’nin “Beyond
Good and Evil” (İyinin ve Kötünün Ötesinde, Say Yayınları, 2010) eserinin isminden aynen
alınmıştır.
**Stanislaw
Lem, “Solaris”, çev. Mehmet Aközer,
İletişim Yayınları, 2012
Yorumunuzu filmi izlemeden önce okudum ve bu sayede film benim için anlaşılır oldu. Teşekkürler.
YanıtlaSil