Sinema’nın tarih sahnesine
çıkışından itibaren bu sanat dalının büyüsüne kapılıp fikirlerini, zikirlerini,
daha doğrusu kendilerini beyazperdede tezahür ettiren birçok usta yönetmen
geldi geçti. Sinema’nın ne menem bir şey olduğunu bu isimlerden öğrendik ve
hala öğrenmeye devam ediyoruz. Lars von Trier de sinemanın nasıl bir şey
olduğunu veya olması gerektiğini izleyiciye, filmlerinin her saniyesinde
aktaran bir isim. Sert ve alaycı üslubu, vahşi eleştiri kabiliyeti ve ortaya
koymuş olduğu eserlerin sinemada farklı yolların zuhur etmesine olanak
tanıyacak özellikleriyle birlikte, sinema tarihin enlerinden birisi o. “Amerika
Birleşik Devletleri: Fırsatlar Ülkesi” üçlemesinin ikinci filmi olan Manderlay da (2005)
Trier’in sahip olduğu özelliklerin neredeyse tamamını beyazperde de
bulabileceğimiz, ifade ettikleri ve vermiş olduğu mesajlar açısından da
kaçırılmaması gereken bir film.
Bu üçleme için yola çıktığında,
serinin ilk filmi olan Dogville'de (2003) değişik bir işe giriştiğinin farkındaydı
Trier. Ayrıca Dogma 95 hareketinin kurucularından olması ve bu hareketin sinemada
var olan yoldan farklı bir mecrayı benimsemesi de Danimarkalı yönetmenin sıra
dışı üslubunun oluşmasında kuşkusuz önemli bir paya sahip. Bu bakımdan
Dogville’de olduğu gibi Manderlay’da da bilindik Trier üslubu devam ediyor. İlk
filmin kaldığı yerden devam ederek bu sefer farklı bir konuyla karşımıza
çıkıyor Manderlay. Kısaca Dogville’yi hatırlamak gerekirse, Trier’in gayet
estetik bir sistem eleştirisiyle karşımıza çıktığını ifade edebiliriz. İnsan
doğası üzerine yapmış olduğu realist tespitler ve bu tespitlerin olabildiğince
uç noktalarda betimlenmesi, kendisinin sağlam bir nihilist damarının
bulunduğunu gözler önüne seriyor.
Nihilist bir damara sahip
olduğunu belirtmemdeki sebep, Trier’in yaptığı sistem eleştirisiyle zaman zaman
Bertolt Brecht’e benzetilmesi ve bana göre bu benzetilmenin tam anlamıyla doğru
olmamasıdır. Tabi ki Trier’in, B.Brecht’ten ciddi manada etkilenimleri söz
konusu fakat Brecht’de, işin sonunda daha pozitif bir anlatım ve umut göze
çarpar. “Eleştirimizi yaptık, şimdi nasıl bir dünya oluşturmalıyız?” sorusunu
sorar Brecht. Trier ve Manderlay’a baktığımızda ise, kısacası aydınlanmış bir
toplum idealinin çökmesi ve bu inancın yitirilmesi söz konusudur. Bu bakımdan
hem Trier’de hem de Manderlay’da, ciddi manada nihilist bir damarın olduğunu
ifade edebiliriz.
İki filmi karşılaştırdığımızda,
Dogville’de tasvirlerin ve eleştirilerin daha çok insanın doğası üzerine
yapıldığını ve bir bakıma 17. yüzyıl siyaset felsefecilerinden Thomas Hobbes’un
“İnsan insanın kurdudur” anlayışının benimsendiğini ve insanın doğasında
kötücül yapıların egemen olduğu fikrinin vurgulandığını görebiliyoruz.
Manderlay’da ise her ne kadar Trier, siyasi konuların filmlerinde yer
etmediğini ifade etse de, ciddi manada bir siyasi hicvin söz konusu olduğu
aşikâr. Senaryonun temelini köleliğin kaldırılması ve ırkçılığın oluşturduğunu
gördüğümüzde de ister istemez işin içine siyasetin gireceğine dair herhangi bir
şüphemiz kalmıyor.
Manderlay’da Grace'in (Bryce
Dallas Howard) Trier için ne kadar önemli bir karakter olduğunu ayrıca
belirtmemiz gerekiyor. İlk filmde olduğu gibi Manderlay’da da baş kahramanımız
Grace, Dogville kasabasını tarih sahnesinden silmesinin ardından, bu sefer
babasıyla birlikte Alabama’nın bir merkezi olan Manderlay’a gidiyor ve İngiliz
şair Rudyard Kipling’in “Beyaz Adamın Yükü” şiirinde belirttiği gibi kendine
yeni bir misyon edinerek dünyayı, en azından Manderlay’i kurtarmaya çalışıyor.
Bu bakımdan, kasabanın zencilerden oluşması ve o kasabada Grace’in, “beyaz
adam”ı simgelemesi ve icraatlarının da bu yönde olması, Trier’in özellikle
vurgulamak istediği önemli noktalardan biri olarak görünüyor.
Irkçılık, demokrasi, seçme ve
seçilme hakkı, idealizm ve ilk filmde olduğu gibi tüm bu kavramlar, “insanın
doğası” potası altında harmanlanıyor Manderlay’da. Bunun yanında sisteme ve
sistemin yegâne idame ettiricisi olan Amerika’ya karşı yöneltmiş olduğu
eleştiri oklarını, bu filmde biraz daha sivriltiyor Trier. Sahnelenen
diyaloglar ve John Hurt’ın eşsiz anlatımıyla izleyiciyi adeta koltuğa çivileyen
Manderlay, filmin sonundaki görüntüler ve hem Dogville’de hem de Manderlay’da
bu görüntülere eşlik eden David Bowie’nin “Young Americans” parçasıyla koltuğa
çivilenen izleyiciyi yerinde daha da sağlamlaştırıyor ve kalkamaz bir hale
getiriyor. İlk filmden ikinci filme
geçişte kadro bakımından iki önemli değişiklik göze çarpıyor. Filmin başrolü
olan Grace’in, Nicole Kidman’dan Bryce Dallas Howard’a, gangster babanın da James
Caan’dan Willem Dafoe’ya geçtiğini görüyoruz. Kimilerine göre bu değişiklik
filmin ruhunu önemli ölçüde bozsa da, yer değiştiren bu iki oyuncunun filme en
az Dogville’dekiler kadar katkı yaptığı ve filme oturduğu inancındayım. Şimdi
ise serinin son filmi olan Washington’ı ve bu sefer ne tür değişiklikler
olacağını dört gözle bekliyoruz.
Her ne kadar kimileri Trier’i
ucuz klişeleri biçimsel yeniliklerle piyasaya sunan bir kurnaz yatırımcı
olmakla suçlasa da bana göre ifade etmeye çalıştığı şey ve ifade ederken
kullandığı kendine has üslubuyla günümüzün önemli yönetmenlerinden biri o.
Dilinin oldukça iğneleyici olması da kendisine Manderlay’da olduğu gibi daha
birçok düşman edindireceğe benziyor. Ama ne yaparsınız, sanatçı olmak da böyle
bir şey değil mi zaten?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder