21 Ekim 2013 Pazartesi

Manderlay: Sinemasal Tiyatro ve Trier



Sinema’nın tarih sahnesine çıkışından itibaren bu sanat dalının büyüsüne kapılıp fikirlerini, zikirlerini, daha doğrusu kendilerini beyazperdede tezahür ettiren birçok usta yönetmen geldi geçti. Sinema’nın ne menem bir şey olduğunu bu isimlerden öğrendik ve hala öğrenmeye devam ediyoruz. Lars von Trier de sinemanın nasıl bir şey olduğunu veya olması gerektiğini izleyiciye, filmlerinin her saniyesinde aktaran bir isim. Sert ve alaycı üslubu, vahşi eleştiri kabiliyeti ve ortaya koymuş olduğu eserlerin sinemada farklı yolların zuhur etmesine olanak tanıyacak özellikleriyle birlikte, sinema tarihin enlerinden birisi o. “Amerika Birleşik Devletleri: Fırsatlar Ülkesi” üçlemesinin ikinci filmi olan Manderlay da (2005) Trier’in sahip olduğu özelliklerin neredeyse tamamını beyazperde de bulabileceğimiz, ifade ettikleri ve vermiş olduğu mesajlar açısından da kaçırılmaması gereken bir film.

Bu üçleme için yola çıktığında, serinin ilk filmi olan Dogville'de (2003) değişik bir işe giriştiğinin farkındaydı Trier. Ayrıca Dogma 95 hareketinin kurucularından olması ve bu hareketin sinemada var olan yoldan farklı bir mecrayı benimsemesi de Danimarkalı yönetmenin sıra dışı üslubunun oluşmasında kuşkusuz önemli bir paya sahip. Bu bakımdan Dogville’de olduğu gibi Manderlay’da da bilindik Trier üslubu devam ediyor. İlk filmin kaldığı yerden devam ederek bu sefer farklı bir konuyla karşımıza çıkıyor Manderlay. Kısaca Dogville’yi hatırlamak gerekirse, Trier’in gayet estetik bir sistem eleştirisiyle karşımıza çıktığını ifade edebiliriz. İnsan doğası üzerine yapmış olduğu realist tespitler ve bu tespitlerin olabildiğince uç noktalarda betimlenmesi, kendisinin sağlam bir nihilist damarının bulunduğunu gözler önüne seriyor. 


Nihilist bir damara sahip olduğunu belirtmemdeki sebep, Trier’in yaptığı sistem eleştirisiyle zaman zaman Bertolt Brecht’e benzetilmesi ve bana göre bu benzetilmenin tam anlamıyla doğru olmamasıdır. Tabi ki Trier’in, B.Brecht’ten ciddi manada etkilenimleri söz konusu fakat Brecht’de, işin sonunda daha pozitif bir anlatım ve umut göze çarpar. “Eleştirimizi yaptık, şimdi nasıl bir dünya oluşturmalıyız?” sorusunu sorar Brecht. Trier ve Manderlay’a baktığımızda ise, kısacası aydınlanmış bir toplum idealinin çökmesi ve bu inancın yitirilmesi söz konusudur. Bu bakımdan hem Trier’de hem de Manderlay’da, ciddi manada nihilist bir damarın olduğunu ifade edebiliriz.


İki filmi karşılaştırdığımızda, Dogville’de tasvirlerin ve eleştirilerin daha çok insanın doğası üzerine yapıldığını ve bir bakıma 17. yüzyıl siyaset felsefecilerinden Thomas Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” anlayışının benimsendiğini ve insanın doğasında kötücül yapıların egemen olduğu fikrinin vurgulandığını görebiliyoruz. Manderlay’da ise her ne kadar Trier, siyasi konuların filmlerinde yer etmediğini ifade etse de, ciddi manada bir siyasi hicvin söz konusu olduğu aşikâr. Senaryonun temelini köleliğin kaldırılması ve ırkçılığın oluşturduğunu gördüğümüzde de ister istemez işin içine siyasetin gireceğine dair herhangi bir şüphemiz kalmıyor. 

Manderlay’da Grace'in (Bryce Dallas Howard) Trier için ne kadar önemli bir karakter olduğunu ayrıca belirtmemiz gerekiyor. İlk filmde olduğu gibi Manderlay’da da baş kahramanımız Grace, Dogville kasabasını tarih sahnesinden silmesinin ardından, bu sefer babasıyla birlikte Alabama’nın bir merkezi olan Manderlay’a gidiyor ve İngiliz şair Rudyard Kipling’in “Beyaz Adamın Yükü” şiirinde belirttiği gibi kendine yeni bir misyon edinerek dünyayı, en azından Manderlay’i kurtarmaya çalışıyor. Bu bakımdan, kasabanın zencilerden oluşması ve o kasabada Grace’in, “beyaz adam”ı simgelemesi ve icraatlarının da bu yönde olması, Trier’in özellikle vurgulamak istediği önemli noktalardan biri olarak görünüyor.

  
Irkçılık, demokrasi, seçme ve seçilme hakkı, idealizm ve ilk filmde olduğu gibi tüm bu kavramlar, “insanın doğası” potası altında harmanlanıyor Manderlay’da. Bunun yanında sisteme ve sistemin yegâne idame ettiricisi olan Amerika’ya karşı yöneltmiş olduğu eleştiri oklarını, bu filmde biraz daha sivriltiyor Trier. Sahnelenen diyaloglar ve John Hurt’ın eşsiz anlatımıyla izleyiciyi adeta koltuğa çivileyen Manderlay, filmin sonundaki görüntüler ve hem Dogville’de hem de Manderlay’da bu görüntülere eşlik eden David Bowie’nin “Young Americans” parçasıyla koltuğa çivilenen izleyiciyi yerinde daha da sağlamlaştırıyor ve kalkamaz bir hale getiriyor. İlk filmden ikinci filme geçişte kadro bakımından iki önemli değişiklik göze çarpıyor. Filmin başrolü olan Grace’in, Nicole Kidman’dan Bryce Dallas Howard’a, gangster babanın da James Caan’dan Willem Dafoe’ya geçtiğini görüyoruz. Kimilerine göre bu değişiklik filmin ruhunu önemli ölçüde bozsa da, yer değiştiren bu iki oyuncunun filme en az Dogville’dekiler kadar katkı yaptığı ve filme oturduğu inancındayım. Şimdi ise serinin son filmi olan Washington’ı ve bu sefer ne tür değişiklikler olacağını dört gözle bekliyoruz.

Her ne kadar kimileri Trier’i ucuz klişeleri biçimsel yeniliklerle piyasaya sunan bir kurnaz yatırımcı olmakla suçlasa da bana göre ifade etmeye çalıştığı şey ve ifade ederken kullandığı kendine has üslubuyla günümüzün önemli yönetmenlerinden biri o. Dilinin oldukça iğneleyici olması da kendisine Manderlay’da olduğu gibi daha birçok düşman edindireceğe benziyor. Ama ne yaparsınız, sanatçı olmak da böyle bir şey değil mi zaten?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder