“Hepimiz
hayatımız boyunca bazı seçimler yapmak durumunda kalırız. Ahlaki seçimler.
Bazıları sıradan, bazılarıysa hayati seçimler. Ama her halükarda bizi biz yapan
seçimler. Ne de olsa son tahlilde, her insan yaptığı seçimlerin toplamıdır.”
Crime and
Misendemeanors (Woody Allen-1989.)
“Her insan
öldürür gene de sevdigini
Bu böyle bilinsin herkes tarafindan,
Kiminin ters bakisindan gelir ölüm,
Kiminin iltifatindan,
Korkagin öpücügünden,
Cesurun kilicindan!”
Bu böyle bilinsin herkes tarafindan,
Kiminin ters bakisindan gelir ölüm,
Kiminin iltifatindan,
Korkagin öpücügünden,
Cesurun kilicindan!”
Oscar Wilde
Sinemanın bir dili, derdini izleyiciye aktarmasını
sağlayan bir üslubu vardır. Doğal olarak herhangi bir edebi eserde o eseri
ortaya koyan kişide olduğu gibi, sinemada da ortaya çıkan üründe, o eseri
ortaya koyan kişinin üslubu aranır. Lakin post-modern dönemle birlikte artık
‘auteur’ tarzda niteleyebileceğimiz yönetmenlerin varlığının oldukça az
olduğunu göz önüne alırsak, üslup bakımından tatmin olma derecemiz biraz düşük
görünüyor. Fakat şükürler olsun ki Michael Haneke gibi yönetmenler az da olsa
hala var.
Haneke’nin filmlerinde şu güne kadar edinmiş olduğum
en temel izlenim, acı, saf acı. Kendisinin de sıklıkla söylediği gibi
filmlerini çekmek, izlemekten daha kolay. İnsanın göğsüne sanki beton
dökülmüşçesine oturan, film sona erdikten sonra uzun bir süre boyunca da
kalkmayan bir acı bu. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu acı mazoşistçesine ve
sadece izleyiciyi irite etmek amacıyla ortaya konulmuş bir acı değil. Her zaman
alt metninde farklı şeyleri barındıran, seyircinin gerçek ve hayal dünyasına
ilişkin aklında kurmuş olduğu tasarımları alt üst eden ve yatağa girdiğinizde
yorganınızı başınıza kadar çekmenize sebep olan bir acı bu. Ortaya konulan
konunun çok basit dahi olsa böylesine çarpıcı bir şekilde yansıtılması da ancak
Haneke gibi üslup sahibi bir sanatçıda ortaya çıksa gerek.
Nasıl bir aşk?
Muhtemelen bu sene önemli ödüllerden bir kaçının
sahibi olacak bir film Amour. Filmden bu kadar etkilenmemin sebebini soracak
olursanız, verebileceğim en tatmin edici cevap olarak yaklaşık dört yıl önce
babaannemin vefatına şahit olmamı söyleyebilirim. İki yıl boyunca mide
kanserinden muzdarip olarak yatalak bir şekilde hayatını devam ettiren ve
gözümün önünde son nefesini veren babaannemle, filmde Anne karakterini
canlandıran Emmanuelle Riva sanki aynı kişilerdi. Bu sebeple de insanın ister
istemez empati duygusunu ön plana çıkaran bir yapıya büründü film benim
gözümde, ve eminim bir çok kişinin gözünde. Pek çok insanda uyanan bu
benzeşimde, takdir edilecek bir rol ortaya koyan Jean-Louis Trintignant ve
Emmanuelle Riva’nın payı da oldukça büyük tabi.
Aslında kurmuş olduğum bu empati’den ibaret bir film
değildi ‘Amour’. Bu bakımdan eseri sadece bir yaşlılara saygı yapımı olarak
görmek pek de doğru olmaz. Filmin ana teması ‘aşk’ tabi ki, fakat nasıl bir
aşk? Kendimizi kandırmayalım, Haneke’nin anlattığı aşk hepimizin biraz olsun
garibine gitmiştir. Sebebi ise bugüne kadar duyduklarımızdan farklı, fakat bir
o kadar da tanıdık gelen bir hikâye anlatması olabilir, ya da duymak
istemediğimiz bir hikâyeyi. Ya da o kadar aşinayızdır ki bu hikâyeye, bu
aşinalıktan kendimizi kurtarma isteği sonucunda bir ayna misali kendimizi
beyazperdede bulunca bu kadar garip ve çarpıcı geldi gözümüze belki film.
Bunların hepsi de filmden sonra kendi kendimize neden bu kadar etkilendiğimize
sormamıza ve düşünmemize sebebiyet veren şeyler. Sadece bunların
düşündürebilmişse bile güzel, Haneke daha ne isterdi ki?
Beddua ve dua
Filmin benim açımdan en can alıcı sahnelerinden birini
Georges’in, Anne’nin bakıcısına vermiş olduğu tepki oluşturuyor. Kısaca o
sahneyi hatırlayalım isterseniz. Felç geçiren ve yatalak olan Anne’nin bir
bakıcısı vardır. Fakat bu bakıcı, gençliğinin verdiği iktidar ve özgüvenle, fiziksel
acizlikleri bulunana Anne’ye şefkatsizce ve acımasızca davranmaktadır. Bir gün
bu kötü duruma şahit olan Georges’in bu durum karşısında gayet sakin bir
şekilde söylemiş olduğu şu söz ise kulaklarda çınlamaktadır: “Can-ı gönülden
dilerim ki günün birinde başkaları da size, hastalarınıza davrandığınız gibi
davranır ve siz de onlara karşılık veremezsiniz.” Dua’nın ve beddua’nın
sahip olduğu anlam ve öneme inanan bir insan olarak bu sözlerin, gerçekten de
dertli birinin ağzında nasıl güçlü bir hale büründüğüne çok çarpıcı bir şekilde
şahit ediyor sizi bu sahne. Sahnenin sadeliği ve teatral havası ise,
içinizde bir şeylerin kopup gitmesine sebep oluyor.
Gelelim insanlara vurgun yediren son sahneye. “Acı çeken dostuna dinlenmesi için yer
göster, ama dikkat et, yatak sert olsun!” diyordu Nietzsche. Filmin son
sekansındaki sahneyi izlediğimde ilk aklıma gelen söz bu oldu. Filmi henüz
izlemeyenler için fazla spoiler vermemek adına bu sözle yetinelim şimdilik.
Başta Woody Allen’dan yaptığım alıntıyla bunu birleştirince ise, bu sahnenin
akıllarda nasıl bir yere vardığı da az çok tahmin edilebilir. Hasılı kelam,
senenin kendine has ve bir kaya gibi sağlam yapımlarından biri Amour. Oscar’ı
alacak mı peki? Yabancı daldaki en iyi film ödülünü alması garanti gibi fakat
genel daldaki ödülü alacağını hiç zannetmiyorum, politik rakipleri oldukça
fazla çünkü. Ama olsun, aday olarak gösterilmesi bile akademi için önemli bir
gelişme ve Haneke’ye bir saygı duruşu tabi.
Notlar
*Başlık Oscar Wilde’ın aynı adlı
şiirinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder