12 Ekim 2013 Cumartesi

Amour: “Her İnsan Öldürür Gene De Sevdigini”*

“Hepimiz hayatımız boyunca bazı seçimler yapmak durumunda kalırız. Ahlaki seçimler. Bazıları sıradan, bazılarıysa hayati seçimler. Ama her halükarda bizi biz yapan seçimler. Ne de olsa son tahlilde, her insan yaptığı seçimlerin toplamıdır.” 

Crime and Misendemeanors (Woody Allen-1989.)

“Her insan öldürür gene de sevdigini
Bu böyle bilinsin herkes tarafindan,
Kiminin ters bakisindan gelir ölüm,
Kiminin iltifatindan,
Korkagin öpücügünden,
Cesurun kilicindan!”

Oscar Wilde


Sinemanın bir dili, derdini izleyiciye aktarmasını sağlayan bir üslubu vardır. Doğal olarak herhangi bir edebi eserde o eseri ortaya koyan kişide olduğu gibi, sinemada da ortaya çıkan üründe,  o eseri ortaya koyan kişinin üslubu aranır. Lakin post-modern dönemle birlikte artık ‘auteur’ tarzda niteleyebileceğimiz yönetmenlerin varlığının oldukça az olduğunu göz önüne alırsak, üslup bakımından tatmin olma derecemiz biraz düşük görünüyor. Fakat şükürler olsun ki Michael Haneke gibi yönetmenler az da olsa hala var.

Haneke’nin filmlerinde şu güne kadar edinmiş olduğum en temel izlenim, acı, saf acı. Kendisinin de sıklıkla söylediği gibi filmlerini çekmek, izlemekten daha kolay. İnsanın göğsüne sanki beton dökülmüşçesine oturan, film sona erdikten sonra uzun bir süre boyunca da kalkmayan bir acı bu. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu acı mazoşistçesine ve sadece izleyiciyi irite etmek amacıyla ortaya konulmuş bir acı değil. Her zaman alt metninde farklı şeyleri barındıran, seyircinin gerçek ve hayal dünyasına ilişkin aklında kurmuş olduğu tasarımları alt üst eden ve yatağa girdiğinizde yorganınızı başınıza kadar çekmenize sebep olan bir acı bu. Ortaya konulan konunun çok basit dahi olsa böylesine çarpıcı bir şekilde yansıtılması da ancak Haneke gibi üslup sahibi bir sanatçıda ortaya çıksa gerek.


Nasıl bir aşk?

Muhtemelen bu sene önemli ödüllerden bir kaçının sahibi olacak bir film Amour. Filmden bu kadar etkilenmemin sebebini soracak olursanız, verebileceğim en tatmin edici cevap olarak yaklaşık dört yıl önce babaannemin vefatına şahit olmamı söyleyebilirim. İki yıl boyunca mide kanserinden muzdarip olarak yatalak bir şekilde hayatını devam ettiren ve gözümün önünde son nefesini veren babaannemle, filmde Anne karakterini canlandıran Emmanuelle Riva sanki aynı kişilerdi. Bu sebeple de insanın ister istemez empati duygusunu ön plana çıkaran bir yapıya büründü film benim gözümde, ve eminim bir çok kişinin gözünde. Pek çok insanda uyanan bu benzeşimde, takdir edilecek bir rol ortaya koyan Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva’nın payı da oldukça büyük tabi.

Aslında kurmuş olduğum bu empati’den ibaret bir film değildi ‘Amour’. Bu bakımdan eseri sadece bir yaşlılara saygı yapımı olarak görmek pek de doğru olmaz. Filmin ana teması ‘aşk’ tabi ki, fakat nasıl bir aşk? Kendimizi kandırmayalım, Haneke’nin anlattığı aşk hepimizin biraz olsun garibine gitmiştir. Sebebi ise bugüne kadar duyduklarımızdan farklı, fakat bir o kadar da tanıdık gelen bir hikâye anlatması olabilir, ya da duymak istemediğimiz bir hikâyeyi. Ya da o kadar aşinayızdır ki bu hikâyeye, bu aşinalıktan kendimizi kurtarma isteği sonucunda bir ayna misali kendimizi beyazperdede bulunca bu kadar garip ve çarpıcı geldi gözümüze belki film. Bunların hepsi de filmden sonra kendi kendimize neden bu kadar etkilendiğimize sormamıza ve düşünmemize sebebiyet veren şeyler. Sadece bunların düşündürebilmişse bile güzel, Haneke daha ne isterdi ki?


Beddua ve dua

Filmin benim açımdan en can alıcı sahnelerinden birini Georges’in, Anne’nin bakıcısına vermiş olduğu tepki oluşturuyor. Kısaca o sahneyi hatırlayalım isterseniz. Felç geçiren ve yatalak olan Anne’nin bir bakıcısı vardır. Fakat bu bakıcı, gençliğinin verdiği iktidar ve özgüvenle, fiziksel acizlikleri bulunana Anne’ye şefkatsizce ve acımasızca davranmaktadır. Bir gün bu kötü duruma şahit olan Georges’in bu durum karşısında gayet sakin bir şekilde söylemiş olduğu şu söz ise kulaklarda çınlamaktadır: “Can-ı gönülden dilerim ki günün birinde başkaları da size, hastalarınıza davrandığınız gibi davranır ve siz de onlara karşılık veremezsiniz.” Dua’nın ve beddua’nın sahip olduğu anlam ve öneme inanan bir insan olarak bu sözlerin, gerçekten de dertli birinin ağzında nasıl güçlü bir hale büründüğüne çok çarpıcı bir şekilde şahit ediyor sizi bu sahne. Sahnenin sadeliği ve teatral havası ise, içinizde bir şeylerin kopup gitmesine sebep oluyor.

Gelelim insanlara vurgun yediren son sahneye. “Acı çeken dostuna dinlenmesi için yer göster, ama dikkat et, yatak sert olsun!” diyordu Nietzsche. Filmin son sekansındaki sahneyi izlediğimde ilk aklıma gelen söz bu oldu. Filmi henüz izlemeyenler için fazla spoiler vermemek adına bu sözle yetinelim şimdilik. Başta Woody Allen’dan yaptığım alıntıyla bunu birleştirince ise, bu sahnenin akıllarda nasıl bir yere vardığı da az çok tahmin edilebilir. Hasılı kelam, senenin kendine has ve bir kaya gibi sağlam yapımlarından biri Amour. Oscar’ı alacak mı peki? Yabancı daldaki en iyi film ödülünü alması garanti gibi fakat genel daldaki ödülü alacağını hiç zannetmiyorum, politik rakipleri oldukça fazla çünkü. Ama olsun, aday olarak gösterilmesi bile akademi için önemli bir gelişme ve Haneke’ye bir saygı duruşu tabi.

Notlar
*Başlık Oscar Wilde’ın aynı adlı şiirinden alınmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder