20 Ekim 2013 Pazar

Inside Job: Devlet mi Burjuva mı?


“Para, ticaret, makine ve devlet çağımızda şeytanın değişik dışavurum biçimleridir, yediğimiz yemeği, soluduğumuz havayı, uyuduğumuz uykuyu ve gördüğümüz düşü bize haram edip dururlar. Yine de bazılarının buna katlanması ve pes etmemesi gerekmektedir, yoksa çağımızın kendinden sonraki çağa bırakacağı bir mirastan söz edilemez.”

Hermann Hesse

Toplumsal manada birçok yapı ve kurum göz önüne alındığında, günümüz dünyasında bu kurumlar arasında en çok öneme haiz olan yapılardan birinin iktisat olduğu şüphesizdir. Napoleon Bonaparte’nın “para para para” nidalarından itibaren bu süreç, bugün bu nidanın hiç de boşuna sarf edilmediğini açıkça gösteriyor. Meşhur iktisatçı Karl Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm”* adlı eserinde modern dünyada iktisadi olanın yerinin sorgulanması hususunda yapmış olduğu “modern dönem/primitif dönem” ayrımında ise bu daha aşikâr bir şekilde görülüyor. İsterseniz belgesele geçmeden önce bu ayrımı kısaca ele alalım.

Polanyi’nin giriştiği bu çerçevelendirme, modern bireyin hayatında ekonominin, paranın ve iktisadi olanın ne derece yer tuttuğunu anlamaya ilişkin basit ama etkili bir ayrım. Bu ayrımın temel söylemine bakıldığında ise modernite öncesi toplumlarda ekonomi toplumsal ilişkiye gömülü bir haldeyken, bugün toplumsal olanın ekonomiye gömülür hale gelmesinin söz konusu olduğu vurgulanıyor. İçi boş bir daire düşünelim. İnsanın aile, din, iktisat ve devlet gibi temel ihtiyaçlarını ve önceliklerini bu dairenin içine yerleştirelim. Modernlik öncesi insanının dairesinin merkezinde tek bir şeyin yer almadığı görülecektir. Yukarıda saymış olduğumuz kurum ve öncelikler, primitif dönemde birbirini tamamlayan ve birbirlerine karşı bariz üstünlüğü bulunmayan etkinliklerdi. Lakin modern dönemde iş farklı bir hal almaya başladı. Dairenin merkezine iktisadi olan oturdu. Din, devlet, aile vb. kurumlar ise iktisadın birer çeperi ve ekonomik olan için yaşan organizmalar haline geldi. Yani bir bakıma Polanyi, bireysel olarak ekonomik kazanma arzusunun, önceki toplumlarda önemsiz bir rol oynadığını vurguluyordu. Fakat 19. yüzyıl’da ve daha sonrasındaki piyasada ekonomik öz-çıkar, toplumsal yaşamın egemen ilkesi haline geldi. Bu ekonomik öz-çıkar meselesi belgeseldeki süreçle birlikte değerlendirildiğinde, bugün nasıl bir hale büründüğü daha da aşikâr bir şekilde görülecektir. Yaptığımız bu girizgâhtan sonra yavaş yavaş belgeselin ana meselesine geçelim isterseniz.

Yakın zamanda gerçekleşen Amerika temelli ve dünya üzerinde önemli bir etkiye sahip olan ekonomik krizin arka planını iyi bir şekilde anlatan bir belgesel Inside Job. Başrolde her zaman olduğu gibi büyük kodamanlar ve tabi ki bu kodamanlara eşlik eden devlet var. Bu hususta belgeseli izlediğim esnada ilk aklıma gelen şey, modern iktisadın kurucu babası olarak adlandırılan Adam Smith’in “Laissez faire laissez passer” (bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler) olarak vurguladığı, özellikle kendinden sonraki romantik/liberal amcalar tarafından kalıp bir slogan haline gelen şiarı oldu. Bilindiği üzere modern iktisadi sistemin temellerinin atıldığı dönemde bu söylem, burjuva sınıfının devlet karşısındaki bağımsızlık ve dokunulmazlığını perçinleyen bir slogan haline gelmişti. Liberal iktisatçılar ve iktisadi özerkliğini elinde bulunduran burjuva sınıfı ise, bu durumu kendi lehlerine kullanmakta bir beis görmemişlerdi. Lakin devam eden süreçte var olan durum, hiç de mevcut söylemin ifade ettiği gibi gerçekleşmedi.


Devlet neyi ve kimi meşrulaştırır?

20. yüzyılın başından itibaren kendini oturtmaya çalışan sistem, üstüne üstüne gelen krizlerle boğuşmaya çalışırken bu boğuşmadan sağ çıkma ve halk nezdinde meşrulaştırma işlevini gören önemli bir kurum vardı: Devlet. İşte tam bu noktada belgesel, var olan çelişkiyi görmek açısından önemli bir işlev görüyor. Başından sonuna ele alındığında, dünya üzerindeki iktisadi yapının temel taşlarının hiç de bahsedildiği gibi devletten bağımsız ve dokunulmaz olmak gibi bir isteklerinin olmadığı açığa çıkıyor. Aksine devlet, tekelleşme eğilimlerini kökleştirip nevzuhur rakiplerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olurken meşrulaştırıcı bir işlev de görmekteydi. Bu 1927 Krizi’nde de böyleydi, yakın zamanda gerçekleşen krizde de. Bu bağlamda Inside Job’un izleyiciye vermek istediği temel mesaj, devlet’in bu ve bundan önceki krizlerde nasıl bir rol oynadığına ilişkin kısa ama etkili bir değerlendirme olarak belirtilebilir. Tüm bunlarla beraber ortaya çıkan sonuç ise, modern dünyada devletin, hiç de yabana atılamayacak bir konumda bulunduğu gerçeği olarak görünüyor.


Tekrar bugüne ve belgeselin üzerinde yükseldiği temele dönersek Amerika kaynaklı açgözlü Mortgage girişiminin, ekonomik sistemde nasıl bir çöküşe yol açtığını izliyoruz hep beraber. Belgesel, yüz binlerce konutun esnek geri bildirim oranlarıyla nasıl satıldığını ve kriz kapıya dayandığında bir pamuk şekeri gibi nasıl kof bir hal aldığını iyi bir şekilde ortaya koyuyor. Fakat şöyle bir durum da var ki belgeseli izleyen birçok kişide, “güzel ekonomik sistemimizi” yerle bir eden adamlara karşı bir nefret hâsıl olmuştur. Zihinlerde sistemin bu çıkmaz içinden nasıl bir an önce kurtarılması gerektiğine ilişkin düşünceler yer almıştır. Ve yine birçok kişiye göre çözüm basittir: Kötü adamları bertaraf ederek, sistemimizi emin ellere emanet etmek. Filmin sonunda verilen temel mesaj da buna yakın bir durumu ifade ediyor.

Lakin şöyle bir soru da akıllarda uyanıyor; gerçekleşen bu hadiseler, içinde bulunduğumuz hâl içinde oldukça doğal değil mi? Daha açık olmak gerekirse, tartıştığımız hep kötü adamlar ve hedef tahtasına bu isimleri yerleştirerek işin içinden sıyrılmanın getirdiği tatmini az çok tahmin edebiliyoruz. Fakat sadece kötü adamları tartışmak yeterli mi? Tartışmanın odak noktasında hep yüzeysel etkenler yer alırken öz’e ilişkin bir değerlendirme su üstüne çıkamıyor bir türlü. Sistemi tartışmadan kötü adamları tartışmak da sürekli aynı şeylerin yaşanmasına ve yaşanacak olmasına sebep oluyor.

Toplumsal bir yaraya parmak bastıktan ve parmak basılan yaranın ne olduğuna dair bir ifade biçimi geliştirdikten sonra geriye kalan şey, bu yaraya bir çözüm arayışı içerisinde olmaktır. Elden geldiğince çareler üretmek ve bu çareleri uygulamaya sokmak, kişi için bir önem arz eder. Özellikle sanat camiasında bulunan isimlerin bu konudaki hassasiyetleri de gayet iyi bilinir. Fakat şöyle bir durum da söz konusudur ki önerilen çözüm ve bu çözümün öneriliş biçimi, çoğu zaman trajikomik bir hal da alabilmekte. Bana kalırsa -özellikle sinema için konuşacak olursak- bir film çekmek isteyen sanatçının temel gailesi bir çözüm üretmekten ziyade, parmak bastığı sorunu en iyi şekilde ortaya koyabilmek ve tasvir edebilmek olmalı. Çünkü ürettiği çözüm açısından çoğu zaman komik bir duruma düşülebiliyor. Bu sebeple belgeselin başlangıç noktası olarak kuvvetli bir zeminden yükselmesine ve var olan problemi kuvvetli bir şekilde tasvir etmesine karşın vardığı yerin zayıflığı, yani krize etken olarak sadece kötü adamları göstermesi, genel olarak kendisinin en zayıf noktası olarak görünüyor. Tüm bunlara rağmen belgeseli, izleyenleri tatmin eden ve kafalarda bir nebze olsun soru işaretlerinin belirmesine sebep olan bir yapım olarak belirtmekte fayda var.

Notlar

*Karl Polanyi, “Büyük Dönüşüm” çev. Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, 2008


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder