“Para,
ticaret, makine ve devlet çağımızda şeytanın değişik dışavurum biçimleridir,
yediğimiz yemeği, soluduğumuz havayı, uyuduğumuz uykuyu ve gördüğümüz düşü bize
haram edip dururlar. Yine de bazılarının buna katlanması ve pes etmemesi
gerekmektedir, yoksa çağımızın kendinden sonraki çağa bırakacağı bir mirastan
söz edilemez.”
Hermann
Hesse
Toplumsal manada birçok yapı ve kurum
göz önüne alındığında, günümüz dünyasında bu kurumlar arasında en çok öneme
haiz olan yapılardan birinin iktisat olduğu şüphesizdir. Napoleon
Bonaparte’nın “para para para” nidalarından itibaren bu süreç, bugün bu nidanın
hiç de boşuna sarf edilmediğini açıkça gösteriyor. Meşhur iktisatçı Karl
Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm”* adlı
eserinde modern dünyada iktisadi olanın yerinin sorgulanması hususunda yapmış
olduğu “modern dönem/primitif dönem”
ayrımında ise bu daha aşikâr bir şekilde görülüyor. İsterseniz belgesele geçmeden önce bu ayrımı kısaca
ele alalım.
Polanyi’nin giriştiği bu
çerçevelendirme, modern bireyin hayatında ekonominin, paranın ve iktisadi
olanın ne derece yer tuttuğunu anlamaya ilişkin basit ama etkili bir ayrım. Bu
ayrımın temel söylemine bakıldığında ise modernite öncesi toplumlarda ekonomi
toplumsal ilişkiye gömülü bir haldeyken, bugün toplumsal olanın ekonomiye
gömülür hale gelmesinin söz konusu olduğu vurgulanıyor. İçi boş bir daire
düşünelim. İnsanın aile, din, iktisat ve devlet gibi temel ihtiyaçlarını ve
önceliklerini bu dairenin içine yerleştirelim. Modernlik öncesi insanının dairesinin
merkezinde tek bir şeyin yer almadığı görülecektir. Yukarıda saymış olduğumuz kurum
ve öncelikler, primitif dönemde birbirini tamamlayan ve birbirlerine karşı
bariz üstünlüğü bulunmayan etkinliklerdi. Lakin modern dönemde iş farklı bir
hal almaya başladı. Dairenin merkezine iktisadi olan oturdu. Din, devlet, aile
vb. kurumlar ise iktisadın birer çeperi ve ekonomik olan için yaşan
organizmalar haline geldi. Yani bir bakıma Polanyi, bireysel olarak ekonomik
kazanma arzusunun, önceki toplumlarda önemsiz bir rol oynadığını vurguluyordu.
Fakat 19. yüzyıl’da ve daha sonrasındaki piyasada ekonomik öz-çıkar, toplumsal
yaşamın egemen ilkesi haline geldi. Bu ekonomik öz-çıkar meselesi belgeseldeki
süreçle birlikte değerlendirildiğinde, bugün nasıl bir hale büründüğü daha da
aşikâr bir şekilde görülecektir. Yaptığımız bu girizgâhtan sonra yavaş yavaş
belgeselin ana meselesine geçelim isterseniz.
Yakın zamanda gerçekleşen Amerika
temelli ve dünya üzerinde önemli bir etkiye sahip olan ekonomik krizin arka
planını iyi bir şekilde anlatan bir belgesel Inside Job. Başrolde her
zaman olduğu gibi büyük kodamanlar ve tabi ki bu kodamanlara eşlik
eden devlet var. Bu hususta belgeseli izlediğim esnada ilk aklıma
gelen şey, modern iktisadın kurucu babası olarak adlandırılan Adam
Smith’in “Laissez faire laissez passer” (bırakınız yapsınlar bırakınız
geçsinler) olarak vurguladığı, özellikle kendinden sonraki romantik/liberal
amcalar tarafından kalıp bir slogan haline gelen şiarı oldu. Bilindiği üzere
modern iktisadi sistemin temellerinin atıldığı dönemde bu söylem, burjuva
sınıfının devlet karşısındaki bağımsızlık ve dokunulmazlığını perçinleyen bir
slogan haline gelmişti. Liberal iktisatçılar ve iktisadi özerkliğini elinde
bulunduran burjuva sınıfı ise, bu durumu kendi lehlerine kullanmakta bir beis
görmemişlerdi. Lakin devam eden süreçte var olan durum, hiç de mevcut söylemin
ifade ettiği gibi gerçekleşmedi.
Devlet
neyi ve kimi meşrulaştırır?
20. yüzyılın başından itibaren kendini
oturtmaya çalışan sistem, üstüne üstüne gelen krizlerle boğuşmaya çalışırken bu
boğuşmadan sağ çıkma ve halk nezdinde meşrulaştırma işlevini gören önemli bir
kurum vardı: Devlet. İşte tam bu
noktada belgesel, var olan çelişkiyi görmek açısından önemli bir işlev görüyor.
Başından sonuna ele alındığında, dünya üzerindeki iktisadi yapının temel
taşlarının hiç de bahsedildiği gibi devletten bağımsız ve dokunulmaz olmak gibi
bir isteklerinin olmadığı açığa çıkıyor. Aksine devlet, tekelleşme eğilimlerini
kökleştirip nevzuhur rakiplerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olurken meşrulaştırıcı bir
işlev de görmekteydi. Bu 1927 Krizi’nde de böyleydi, yakın zamanda gerçekleşen
krizde de. Bu bağlamda Inside Job’un izleyiciye vermek istediği temel mesaj,
devlet’in bu ve bundan önceki krizlerde nasıl bir rol oynadığına ilişkin kısa
ama etkili bir değerlendirme olarak belirtilebilir. Tüm bunlarla beraber ortaya
çıkan sonuç ise, modern dünyada devletin, hiç de yabana atılamayacak bir
konumda bulunduğu gerçeği olarak görünüyor.
Tekrar bugüne ve belgeselin üzerinde
yükseldiği temele dönersek Amerika kaynaklı açgözlü Mortgage girişiminin,
ekonomik sistemde nasıl bir çöküşe yol açtığını izliyoruz hep beraber. Belgesel,
yüz binlerce konutun esnek geri bildirim oranlarıyla nasıl satıldığını ve kriz
kapıya dayandığında bir pamuk şekeri gibi nasıl kof bir hal aldığını iyi bir
şekilde ortaya koyuyor. Fakat şöyle bir durum da var ki belgeseli izleyen
birçok kişide, “güzel ekonomik sistemimizi” yerle bir eden adamlara karşı bir
nefret hâsıl olmuştur. Zihinlerde sistemin bu çıkmaz içinden nasıl bir an önce
kurtarılması gerektiğine ilişkin düşünceler yer almıştır. Ve yine birçok kişiye
göre çözüm basittir: Kötü adamları bertaraf ederek, sistemimizi emin ellere
emanet etmek. Filmin sonunda verilen temel mesaj da buna yakın bir durumu ifade
ediyor.
Lakin şöyle bir soru da akıllarda uyanıyor; gerçekleşen bu hadiseler, içinde bulunduğumuz hâl içinde oldukça doğal değil mi? Daha açık olmak gerekirse, tartıştığımız hep kötü adamlar ve hedef tahtasına bu isimleri yerleştirerek işin içinden sıyrılmanın getirdiği tatmini az çok tahmin edebiliyoruz. Fakat sadece kötü adamları tartışmak yeterli mi? Tartışmanın odak noktasında hep yüzeysel etkenler yer alırken öz’e ilişkin bir değerlendirme su üstüne çıkamıyor bir türlü. Sistemi tartışmadan kötü adamları tartışmak da sürekli aynı şeylerin yaşanmasına ve yaşanacak olmasına sebep oluyor.
Toplumsal bir yaraya parmak bastıktan
ve parmak basılan yaranın ne olduğuna dair bir ifade biçimi geliştirdikten
sonra geriye kalan şey, bu yaraya bir çözüm arayışı içerisinde olmaktır. Elden
geldiğince çareler üretmek ve bu çareleri uygulamaya sokmak, kişi için bir önem
arz eder. Özellikle sanat camiasında bulunan isimlerin bu konudaki hassasiyetleri
de gayet iyi bilinir. Fakat şöyle bir durum da söz konusudur ki önerilen çözüm
ve bu çözümün öneriliş biçimi, çoğu zaman trajikomik bir hal da alabilmekte.
Bana kalırsa -özellikle sinema için konuşacak olursak- bir film çekmek isteyen
sanatçının temel gailesi bir çözüm üretmekten ziyade, parmak bastığı sorunu en
iyi şekilde ortaya koyabilmek ve tasvir edebilmek olmalı. Çünkü ürettiği çözüm açısından
çoğu zaman komik bir duruma düşülebiliyor. Bu sebeple belgeselin başlangıç
noktası olarak kuvvetli bir zeminden yükselmesine ve var olan problemi kuvvetli
bir şekilde tasvir etmesine karşın vardığı yerin zayıflığı, yani krize etken
olarak sadece kötü adamları göstermesi, genel olarak kendisinin en zayıf
noktası olarak görünüyor. Tüm bunlara rağmen belgeseli, izleyenleri tatmin eden
ve kafalarda bir nebze olsun soru işaretlerinin belirmesine sebep olan bir yapım
olarak belirtmekte fayda var.
Notlar
*Karl Polanyi, “Büyük Dönüşüm” çev. Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder