23 Ekim 2013 Çarşamba

En İyi 20 Film Noir


Film Noir (Kara Film) denilince ilk olarak suç, karamsarlık, gece, karanlık, siyah-beyaz ve gölgeler akla gelir herhalde. Bu tabiri ilk olarak 1946 yılında İsviçreli eleştirmen Nino Frank'ın kullandığını da belirtelim. II. Dünya Savaşı'ndan sonra popülerlik kazanan bu tür, A.B.D'nin bu dönemdeki sosyal ve ekonomik durumuyla bağdaştırılarak anlatılır çoğu zaman. Gerçekleşen dünya harbinin ardından insanlar, belli bir süre boyunca paranoya, kuşku ve korku üçgeninde gidip gelmiş, Hollywood ise bu paranoya halini beyazperdeye yansıtmakta karar kılmış. Bu işi de gayet iyi becermişler. Klasik film noir dönemi olarak 1940 ve 1950 arasını işaret edebilmek mümkün. İlk nüvelerini bu yıllar arasında veren Film Noir, sadece bu dönemle sınırlı değil tabi. Değişen üslup ve teknik özelliklerle birlikte günümüzde de bu türün içine giren yapımların ortaya konulduğunu söyleyebiliriz. Kısa bir bilgilendirmeden sonra şimdi de dilerseniz bu türün en iyilerine hep birlikte göz atalım. 
 



Yapım: 2005 | ABD | Almanya
Yönetmen: David Cronenberg
Senaryo: John Wagner
Başroller: Viggo Mortensen, Maria Bello, Ed Harris





Yapım: 1974 | ABD
Yönetmen: Roman Polanski
Senaryo: Robert Town
Başroller: Jack Nicholson, Faye Dunaway, John Huston





Yapım: 2001 | ABD | İngiltere
Yönetmen: Joel Coen
Senaryo: Joel Coen
Başroller: Billy Bob Thornton, Frances McDormand, Michael Badalucco





Yapım: 2004 | ABD
Yönetmen: Michael Mann
Senaryo: Stuart Beattie
Başroller: Tom Cruise, Jamie Foxx, Jada Pinkett Smith





Yapım: 1990 | ABD
Yönetmen: Joel Coen
Senaryo: Joel Coen
Başroller: Gabriel Byrne, Marcia Gay Harden, John Turturro





Yapım: 1955 | ABD
Yönetmen: Robert Aldrich
Senaryo: Mickey Spillane
Başroller: Ralph Meeker, Albert Dekker, Paul Stewart





Yapım: 1995 | ABD
Yönetmen: David Fincher
Senaryo: Andrew Kevin Walker
Başroller: Brad Pitt, Morgan Freeman , Kevin Spacey





Yapım: 1946 | ABD
Yönetmen: Charles Vidor
Senaryo: E.A. Ellington
Başroller: Rita Hayworth, Glenn Ford , George Macready





Yapım: 1955 | Fransa
Yönetmen: Henri-Georges Clouzot
Senaryo: Pierre Boileau
Başroller: Simone Signoret, Véra Clouzot, Paul Meurisse





Yapım: 1997 | ABD
Yönetmen: Curtis Hanson
Senaryo: James Ellroy
Başroller: Kevin Spacey, Russell Crowe, Guy Pearce





Yapım: 1956 | ABD
Yönetmen: Stanley Kubrick
Senaryo: Stanley Kubrick
Başroller: Sterling Hayden, Coleen Gray, Vince Edwards





Yapım: 1951 | ABD
Yönetmen: Billy Wilder
Senaryo: Billy Wilder
Başroller: Kirk Douglas , Jan Sterling, Robert Arthur





Yapım: 1949 | İngiltere
Yönetmen: Carol Reed
Senaryo: Graham Greene
Başroller: Joseph Cotten , Alida Valli, Orson Welles





Yapım: 1950 | ABD
Yönetmen: Nicholas Ray
Senaryo: Andrew Solt
Başroller: Humphrey Bogart, Gloria Grahame, Frank Lovejoy





Yapım: 1936 | ABD
Yönetmen: Fritz Lang
Senaryo: Bartlett Cormack
Başroller: Sylvia Sidney , Spencer Tracy, Walter Abel





Yapım: 1941 | ABD
Yönetmen: John Huston
Senaryo: Dashiell Hammett (+1)
Başroller: Humphrey Bogart, Mary Astor, Gladys George




Yapım: 1958 | ABD
Yönetmen: Orson Welles
Senaryo: Orson Welles (+3)
Başroller: Charlton Heston, Janet Leigh, Orson Welles





Yapım: 1946 | ABD
Yönetmen: Howard Hawks
Senaryo: William Faulkner
Başroller: Humphrey Bogart, Lauren Bacall, John Ridgely





Yapım: 1944 | ABD
Yönetmen: Billy Wilder
Senaryo: James M. Cain
Başroller: Fred MacMurray, Barbara Stanwyck, Edward G. Robinson





Yapım: 1950 | ABD
Yönetmen: Billy Wilder
Senaryo: Charles Brackett
Başroller: William Holden , Gloria Swanson, Erich von Stroheim


21 Ekim 2013 Pazartesi

Manderlay: Sinemasal Tiyatro ve Trier



Sinema’nın tarih sahnesine çıkışından itibaren bu sanat dalının büyüsüne kapılıp fikirlerini, zikirlerini, daha doğrusu kendilerini beyazperdede tezahür ettiren birçok usta yönetmen geldi geçti. Sinema’nın ne menem bir şey olduğunu bu isimlerden öğrendik ve hala öğrenmeye devam ediyoruz. Lars von Trier de sinemanın nasıl bir şey olduğunu veya olması gerektiğini izleyiciye, filmlerinin her saniyesinde aktaran bir isim. Sert ve alaycı üslubu, vahşi eleştiri kabiliyeti ve ortaya koymuş olduğu eserlerin sinemada farklı yolların zuhur etmesine olanak tanıyacak özellikleriyle birlikte, sinema tarihin enlerinden birisi o. “Amerika Birleşik Devletleri: Fırsatlar Ülkesi” üçlemesinin ikinci filmi olan Manderlay da (2005) Trier’in sahip olduğu özelliklerin neredeyse tamamını beyazperde de bulabileceğimiz, ifade ettikleri ve vermiş olduğu mesajlar açısından da kaçırılmaması gereken bir film.

Bu üçleme için yola çıktığında, serinin ilk filmi olan Dogville'de (2003) değişik bir işe giriştiğinin farkındaydı Trier. Ayrıca Dogma 95 hareketinin kurucularından olması ve bu hareketin sinemada var olan yoldan farklı bir mecrayı benimsemesi de Danimarkalı yönetmenin sıra dışı üslubunun oluşmasında kuşkusuz önemli bir paya sahip. Bu bakımdan Dogville’de olduğu gibi Manderlay’da da bilindik Trier üslubu devam ediyor. İlk filmin kaldığı yerden devam ederek bu sefer farklı bir konuyla karşımıza çıkıyor Manderlay. Kısaca Dogville’yi hatırlamak gerekirse, Trier’in gayet estetik bir sistem eleştirisiyle karşımıza çıktığını ifade edebiliriz. İnsan doğası üzerine yapmış olduğu realist tespitler ve bu tespitlerin olabildiğince uç noktalarda betimlenmesi, kendisinin sağlam bir nihilist damarının bulunduğunu gözler önüne seriyor. 


Nihilist bir damara sahip olduğunu belirtmemdeki sebep, Trier’in yaptığı sistem eleştirisiyle zaman zaman Bertolt Brecht’e benzetilmesi ve bana göre bu benzetilmenin tam anlamıyla doğru olmamasıdır. Tabi ki Trier’in, B.Brecht’ten ciddi manada etkilenimleri söz konusu fakat Brecht’de, işin sonunda daha pozitif bir anlatım ve umut göze çarpar. “Eleştirimizi yaptık, şimdi nasıl bir dünya oluşturmalıyız?” sorusunu sorar Brecht. Trier ve Manderlay’a baktığımızda ise, kısacası aydınlanmış bir toplum idealinin çökmesi ve bu inancın yitirilmesi söz konusudur. Bu bakımdan hem Trier’de hem de Manderlay’da, ciddi manada nihilist bir damarın olduğunu ifade edebiliriz.


İki filmi karşılaştırdığımızda, Dogville’de tasvirlerin ve eleştirilerin daha çok insanın doğası üzerine yapıldığını ve bir bakıma 17. yüzyıl siyaset felsefecilerinden Thomas Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” anlayışının benimsendiğini ve insanın doğasında kötücül yapıların egemen olduğu fikrinin vurgulandığını görebiliyoruz. Manderlay’da ise her ne kadar Trier, siyasi konuların filmlerinde yer etmediğini ifade etse de, ciddi manada bir siyasi hicvin söz konusu olduğu aşikâr. Senaryonun temelini köleliğin kaldırılması ve ırkçılığın oluşturduğunu gördüğümüzde de ister istemez işin içine siyasetin gireceğine dair herhangi bir şüphemiz kalmıyor. 

Manderlay’da Grace'in (Bryce Dallas Howard) Trier için ne kadar önemli bir karakter olduğunu ayrıca belirtmemiz gerekiyor. İlk filmde olduğu gibi Manderlay’da da baş kahramanımız Grace, Dogville kasabasını tarih sahnesinden silmesinin ardından, bu sefer babasıyla birlikte Alabama’nın bir merkezi olan Manderlay’a gidiyor ve İngiliz şair Rudyard Kipling’in “Beyaz Adamın Yükü” şiirinde belirttiği gibi kendine yeni bir misyon edinerek dünyayı, en azından Manderlay’i kurtarmaya çalışıyor. Bu bakımdan, kasabanın zencilerden oluşması ve o kasabada Grace’in, “beyaz adam”ı simgelemesi ve icraatlarının da bu yönde olması, Trier’in özellikle vurgulamak istediği önemli noktalardan biri olarak görünüyor.

  
Irkçılık, demokrasi, seçme ve seçilme hakkı, idealizm ve ilk filmde olduğu gibi tüm bu kavramlar, “insanın doğası” potası altında harmanlanıyor Manderlay’da. Bunun yanında sisteme ve sistemin yegâne idame ettiricisi olan Amerika’ya karşı yöneltmiş olduğu eleştiri oklarını, bu filmde biraz daha sivriltiyor Trier. Sahnelenen diyaloglar ve John Hurt’ın eşsiz anlatımıyla izleyiciyi adeta koltuğa çivileyen Manderlay, filmin sonundaki görüntüler ve hem Dogville’de hem de Manderlay’da bu görüntülere eşlik eden David Bowie’nin “Young Americans” parçasıyla koltuğa çivilenen izleyiciyi yerinde daha da sağlamlaştırıyor ve kalkamaz bir hale getiriyor. İlk filmden ikinci filme geçişte kadro bakımından iki önemli değişiklik göze çarpıyor. Filmin başrolü olan Grace’in, Nicole Kidman’dan Bryce Dallas Howard’a, gangster babanın da James Caan’dan Willem Dafoe’ya geçtiğini görüyoruz. Kimilerine göre bu değişiklik filmin ruhunu önemli ölçüde bozsa da, yer değiştiren bu iki oyuncunun filme en az Dogville’dekiler kadar katkı yaptığı ve filme oturduğu inancındayım. Şimdi ise serinin son filmi olan Washington’ı ve bu sefer ne tür değişiklikler olacağını dört gözle bekliyoruz.

Her ne kadar kimileri Trier’i ucuz klişeleri biçimsel yeniliklerle piyasaya sunan bir kurnaz yatırımcı olmakla suçlasa da bana göre ifade etmeye çalıştığı şey ve ifade ederken kullandığı kendine has üslubuyla günümüzün önemli yönetmenlerinden biri o. Dilinin oldukça iğneleyici olması da kendisine Manderlay’da olduğu gibi daha birçok düşman edindireceğe benziyor. Ama ne yaparsınız, sanatçı olmak da böyle bir şey değil mi zaten?



20 Ekim 2013 Pazar

Inside Job: Devlet mi Burjuva mı?


“Para, ticaret, makine ve devlet çağımızda şeytanın değişik dışavurum biçimleridir, yediğimiz yemeği, soluduğumuz havayı, uyuduğumuz uykuyu ve gördüğümüz düşü bize haram edip dururlar. Yine de bazılarının buna katlanması ve pes etmemesi gerekmektedir, yoksa çağımızın kendinden sonraki çağa bırakacağı bir mirastan söz edilemez.”

Hermann Hesse

Toplumsal manada birçok yapı ve kurum göz önüne alındığında, günümüz dünyasında bu kurumlar arasında en çok öneme haiz olan yapılardan birinin iktisat olduğu şüphesizdir. Napoleon Bonaparte’nın “para para para” nidalarından itibaren bu süreç, bugün bu nidanın hiç de boşuna sarf edilmediğini açıkça gösteriyor. Meşhur iktisatçı Karl Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm”* adlı eserinde modern dünyada iktisadi olanın yerinin sorgulanması hususunda yapmış olduğu “modern dönem/primitif dönem” ayrımında ise bu daha aşikâr bir şekilde görülüyor. İsterseniz belgesele geçmeden önce bu ayrımı kısaca ele alalım.

Polanyi’nin giriştiği bu çerçevelendirme, modern bireyin hayatında ekonominin, paranın ve iktisadi olanın ne derece yer tuttuğunu anlamaya ilişkin basit ama etkili bir ayrım. Bu ayrımın temel söylemine bakıldığında ise modernite öncesi toplumlarda ekonomi toplumsal ilişkiye gömülü bir haldeyken, bugün toplumsal olanın ekonomiye gömülür hale gelmesinin söz konusu olduğu vurgulanıyor. İçi boş bir daire düşünelim. İnsanın aile, din, iktisat ve devlet gibi temel ihtiyaçlarını ve önceliklerini bu dairenin içine yerleştirelim. Modernlik öncesi insanının dairesinin merkezinde tek bir şeyin yer almadığı görülecektir. Yukarıda saymış olduğumuz kurum ve öncelikler, primitif dönemde birbirini tamamlayan ve birbirlerine karşı bariz üstünlüğü bulunmayan etkinliklerdi. Lakin modern dönemde iş farklı bir hal almaya başladı. Dairenin merkezine iktisadi olan oturdu. Din, devlet, aile vb. kurumlar ise iktisadın birer çeperi ve ekonomik olan için yaşan organizmalar haline geldi. Yani bir bakıma Polanyi, bireysel olarak ekonomik kazanma arzusunun, önceki toplumlarda önemsiz bir rol oynadığını vurguluyordu. Fakat 19. yüzyıl’da ve daha sonrasındaki piyasada ekonomik öz-çıkar, toplumsal yaşamın egemen ilkesi haline geldi. Bu ekonomik öz-çıkar meselesi belgeseldeki süreçle birlikte değerlendirildiğinde, bugün nasıl bir hale büründüğü daha da aşikâr bir şekilde görülecektir. Yaptığımız bu girizgâhtan sonra yavaş yavaş belgeselin ana meselesine geçelim isterseniz.

Yakın zamanda gerçekleşen Amerika temelli ve dünya üzerinde önemli bir etkiye sahip olan ekonomik krizin arka planını iyi bir şekilde anlatan bir belgesel Inside Job. Başrolde her zaman olduğu gibi büyük kodamanlar ve tabi ki bu kodamanlara eşlik eden devlet var. Bu hususta belgeseli izlediğim esnada ilk aklıma gelen şey, modern iktisadın kurucu babası olarak adlandırılan Adam Smith’in “Laissez faire laissez passer” (bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler) olarak vurguladığı, özellikle kendinden sonraki romantik/liberal amcalar tarafından kalıp bir slogan haline gelen şiarı oldu. Bilindiği üzere modern iktisadi sistemin temellerinin atıldığı dönemde bu söylem, burjuva sınıfının devlet karşısındaki bağımsızlık ve dokunulmazlığını perçinleyen bir slogan haline gelmişti. Liberal iktisatçılar ve iktisadi özerkliğini elinde bulunduran burjuva sınıfı ise, bu durumu kendi lehlerine kullanmakta bir beis görmemişlerdi. Lakin devam eden süreçte var olan durum, hiç de mevcut söylemin ifade ettiği gibi gerçekleşmedi.


Devlet neyi ve kimi meşrulaştırır?

20. yüzyılın başından itibaren kendini oturtmaya çalışan sistem, üstüne üstüne gelen krizlerle boğuşmaya çalışırken bu boğuşmadan sağ çıkma ve halk nezdinde meşrulaştırma işlevini gören önemli bir kurum vardı: Devlet. İşte tam bu noktada belgesel, var olan çelişkiyi görmek açısından önemli bir işlev görüyor. Başından sonuna ele alındığında, dünya üzerindeki iktisadi yapının temel taşlarının hiç de bahsedildiği gibi devletten bağımsız ve dokunulmaz olmak gibi bir isteklerinin olmadığı açığa çıkıyor. Aksine devlet, tekelleşme eğilimlerini kökleştirip nevzuhur rakiplerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olurken meşrulaştırıcı bir işlev de görmekteydi. Bu 1927 Krizi’nde de böyleydi, yakın zamanda gerçekleşen krizde de. Bu bağlamda Inside Job’un izleyiciye vermek istediği temel mesaj, devlet’in bu ve bundan önceki krizlerde nasıl bir rol oynadığına ilişkin kısa ama etkili bir değerlendirme olarak belirtilebilir. Tüm bunlarla beraber ortaya çıkan sonuç ise, modern dünyada devletin, hiç de yabana atılamayacak bir konumda bulunduğu gerçeği olarak görünüyor.


Tekrar bugüne ve belgeselin üzerinde yükseldiği temele dönersek Amerika kaynaklı açgözlü Mortgage girişiminin, ekonomik sistemde nasıl bir çöküşe yol açtığını izliyoruz hep beraber. Belgesel, yüz binlerce konutun esnek geri bildirim oranlarıyla nasıl satıldığını ve kriz kapıya dayandığında bir pamuk şekeri gibi nasıl kof bir hal aldığını iyi bir şekilde ortaya koyuyor. Fakat şöyle bir durum da var ki belgeseli izleyen birçok kişide, “güzel ekonomik sistemimizi” yerle bir eden adamlara karşı bir nefret hâsıl olmuştur. Zihinlerde sistemin bu çıkmaz içinden nasıl bir an önce kurtarılması gerektiğine ilişkin düşünceler yer almıştır. Ve yine birçok kişiye göre çözüm basittir: Kötü adamları bertaraf ederek, sistemimizi emin ellere emanet etmek. Filmin sonunda verilen temel mesaj da buna yakın bir durumu ifade ediyor.

Lakin şöyle bir soru da akıllarda uyanıyor; gerçekleşen bu hadiseler, içinde bulunduğumuz hâl içinde oldukça doğal değil mi? Daha açık olmak gerekirse, tartıştığımız hep kötü adamlar ve hedef tahtasına bu isimleri yerleştirerek işin içinden sıyrılmanın getirdiği tatmini az çok tahmin edebiliyoruz. Fakat sadece kötü adamları tartışmak yeterli mi? Tartışmanın odak noktasında hep yüzeysel etkenler yer alırken öz’e ilişkin bir değerlendirme su üstüne çıkamıyor bir türlü. Sistemi tartışmadan kötü adamları tartışmak da sürekli aynı şeylerin yaşanmasına ve yaşanacak olmasına sebep oluyor.

Toplumsal bir yaraya parmak bastıktan ve parmak basılan yaranın ne olduğuna dair bir ifade biçimi geliştirdikten sonra geriye kalan şey, bu yaraya bir çözüm arayışı içerisinde olmaktır. Elden geldiğince çareler üretmek ve bu çareleri uygulamaya sokmak, kişi için bir önem arz eder. Özellikle sanat camiasında bulunan isimlerin bu konudaki hassasiyetleri de gayet iyi bilinir. Fakat şöyle bir durum da söz konusudur ki önerilen çözüm ve bu çözümün öneriliş biçimi, çoğu zaman trajikomik bir hal da alabilmekte. Bana kalırsa -özellikle sinema için konuşacak olursak- bir film çekmek isteyen sanatçının temel gailesi bir çözüm üretmekten ziyade, parmak bastığı sorunu en iyi şekilde ortaya koyabilmek ve tasvir edebilmek olmalı. Çünkü ürettiği çözüm açısından çoğu zaman komik bir duruma düşülebiliyor. Bu sebeple belgeselin başlangıç noktası olarak kuvvetli bir zeminden yükselmesine ve var olan problemi kuvvetli bir şekilde tasvir etmesine karşın vardığı yerin zayıflığı, yani krize etken olarak sadece kötü adamları göstermesi, genel olarak kendisinin en zayıf noktası olarak görünüyor. Tüm bunlara rağmen belgeseli, izleyenleri tatmin eden ve kafalarda bir nebze olsun soru işaretlerinin belirmesine sebep olan bir yapım olarak belirtmekte fayda var.

Notlar

*Karl Polanyi, “Büyük Dönüşüm” çev. Ayşe Buğra, İletişim Yayınları, 2008


19 Ekim 2013 Cumartesi

Osmanlı’da Sertifikalı Dilencilik




Günümüzde dilencilikle ilgili algı, yaşanan istismar olayları sebebiyle olumsuz bir mecraya doğru kayıyor. Fakat geçmişte Osmanlı Devleti’nin bu konuya göstermiş olduğu hassasiyet, bugünün insanı için adeta örnek mesabesinde.


Her semavî dinde inananlardan, ihtiyaç sahibi din kardeşlerine destek olmaları beklenir. İlahî Beyan’da müminlere, “El açıp isteyeni de sakın azarlama.” (Duha Sûresi, 10) şeklinde seslenilerek yardıma muhtaç olan kimselere iyi davranmaları istenir. Buna karşılık geçmişten bu yana insanların vicdanî duygularını istismar edenlere, çalışabilecek güçte oldukları halde kolay kazanç yolu olarak dilenciliği seçenlere iyi gözle bakılmaz. Günümüzdeki dilencilik algısı ile birçok yönden sosyal devlet olmayı başaran Osmanlı İmparatorluğu’nun dilenciliğe bakışı hayli farklı. Osmanlı’da dilenciliğin seyir defterini araladık ve bakın nelerle karşılaştık?

Osmanlı Devleti’nde dilencilerin, tıpkı bir meslek örgütü gibi bir lonca çatısı altında teşkilatlandığını görüyoruz. Devlet, kanunen dilenmesinde sakınca olmayanlara dilenebileceklerini gösteren bir ‘Dilenci Sertifikası’ verir, bu kişiler ayrıca defterlere kaydedilir. Aslı kadılıklarda bulunan defterlere, dilencilerin hangi millete mensup oldukları, ne zamandır bu işi yaptıkları ve sağlık durumları hakkında bilgiler yazılır. Osmanlı Devleti’nin iktisadî ve sosyal yapısı hakkında birçok araştırma yapan Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Mehmet Genç’le Osmanlı’da dilencilik üzerinde sohbet ettik. Bize o dönemde devletin büyük ölçüde dilenciliği ortadan kaldırmaya çalıştığından bahseden Genç, başka çaresi olmayanlara ise ‘dilenebilir sertifikası’ verdiğini anlattı. Fakat bu belge öyle herkese verilmiyordur. Yalnızca bedensel engeli bulunan ve çalışamayacak durumda olanlar bu belgeden yararlanabilir. Sadece bu sertifika meselesi bile, Devlet-i Âliyye’nin nasıl bir sosyal yapıya sahip olduğunu gösterir nitelikte.




Çocukların neşe kaynağı Goygoycular

Dilencilik günümüzde her ne kadar sadece ‘el açıp para istemek’ olarak algılansa da, Osmanlı toplumunda bunun birçok çeşidi ve sanatsal bir tarafı bulunuyordu. Mesela tamamı İstanbullu olan ve dilencilerin en değerlisi olarak kabul edilen ‘Iskatçılar’, özellikle mezarlıkların etrafında dilenirdi. Yaprak dökümü olarak adlandırdıkları vefat günleri, işlerinin en yoğun olduğu zamanlardı. Ölüm üzerine geniş bir edebiyat da geliştiren bu dilenciler, ıskatların (ölen kişi için verilen sadaka) dağıtıldığı anları merakla beklerdi. ‘Kasideciler’, sesine güvenen dilenciler arasından çıkardı. Bunlar, ezan vakitleri hüzünlü sesleriyle insanı sadaka vermeye teşvik eden ilahi ve kasideler okuyarak sokak aralarında dolanırdı. ‘Kabakçılar’, mevsimlik işçiler gibi çalışır, mayıs ayından kış aylarına kadar dilenirdi. Kabakçı için kış mevsimi sefa sürme zamanıydı. Dilenmeye başlayacakları 1 Mayıs günü büyük bir şenlik düzenler ve kabaklarıyla sokakları dolanırlardı. Bir başka dilenci grubu olan ‘Sebilciler’, sebillerin önünü mesken tutardı. Onlar için günlük su ihtiyacını temin etmek amacıyla her gün su başına giden yüzlerce İstanbullu önemli bir kazanç kapısıydı.

Muharrem ayında ortaya çıkan ‘Goygoycular’, İstanbul’da kendine yer bulan bir başka dilenci grubu. Altışar kişilik gruplara ayrılan ve birbirlerini omuz başlarından tutarak tek kol nizamında yürüyen goygoycular, başlarında yemeniden bir sarık, sırtlarında bezden cübbe, ellerinde değnek ve omuzlarında biri önde biri arkada iki ağızlı beyaz bez torbalarla gezerlerdi. Topladıkları erzak, Şehzade Camii’ndeki karargâhta bir araya getirilirdi. Muharrem ayının 10. gününden sonra sır olup giden bu dilenciler, o devrin çocukları için eğlence ve hareket kaynağıydı. 
 

Paris ve Londra’da nüfusun yüzde 10’u dilenci


Dilencilik 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’nın hemen hemen her şehrinde büyük bir problemdi. Örneğin Paris ve Londra’da nüfusun yaklaşık yüzde 10’u dilenciydi. Bu 50 bin kişinin üzerinde bir rakama karşılık geliyor. Tarihî serencamına baktığımızda Osmanlı İmparatorluğu’nda dilenci sayısının oldukça az olduğunu ve bu kişilerin sistematik bir düzene sokulduğunu görüyoruz. Devlet, dilencilerin sayısını çok düzgün bir şekilde takip ediyor ve artmasını önlemeye çalışıyordu. 1730’larda imparatorluğun başkenti Dersaadet’te toplam 350 kadar dilenci vardı. İstanbul’daki dilenci sayısının hayli düşük olması, gayrimüslim seyyahların garibine gitmiş ki onlar da bu durumu sıkı bir şekilde takip etmiş. Gezginler, Osmanlı topraklarındaki dilenci sayısının azlığını araştırdıklarında; halkın ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılandığı meşhur vakıf sistemiyle karşılaşmışlar. Müslüman ve gayrimüslim fark etmeksizin bütün nüfusa hizmet eden bu uygulama sayesinde insanların aç ve düşkün olmadıklarını görmüşler. Haliyle seyyahlar, böyle bir mekanizmanın işlediği bir toplumda insanları dilenmeye itecek bir sebebin kalmayacağına kanaat getirmişler.


Notlar 

Yazıyı İngilizce okumak isteyenler şu linke bakabilir/Click the following link to read the article in English