20 Şubat 2015 Cuma

Bizde Orhan Pamuk’un bahsettiği türde bir boza yok!



Vefa, sadece bir semt adı değil hiç şüphesiz. Bundandır ki Vefa denince akıllara hemen boza geliyor. Yaklaşık bin yıllık mazisi olan içecek, şu günlerde biraz daha popüler sanki. Peki, bu popülerliğini Orhan Pamuk’un yeni kitabından mı alıyor, yoksa soğuk kış günlerinden mi? Cevabı Mehmet Sadık Vefa versin…

  
Soğuk kış günlerinde ‘Bozaaa’ nidalarını evlerimizden işitmeyenimiz var mı? Şimdilerde sokaklarda nadir duyulur oldu fakat anıları hâlâ taze. Geçmişi ise yüzyıllara uzanıyor. Kökü bu kadar eskilere dayanan bir içecek haliyle sadece bir içecek olmasa gerek. Orhan Pamuk’un son günlerdeki sözlerine bakılırsa yeni kitabı “Kafamda Bir Tuhaflık” boza satışlarını patlatmış. Gerçekten de öyle mi peki? İşin doğrusunu öğrenmek için 140 yıllık Vefa Bozacısı’nın dördüncü kuşaktan sahibi Mehmet Sadık Vefa’nın kapısını çaldık.


Geçen hafta Orhan Pamuk’un bir açıklaması oldu. Yeni kitabının boza satışlarını artırdığını söyledi. Doğru mu?

39 yılın getirdiği bir tecrübeyle söylüyorum ki boza satışlarının artması kış aylarının sert geçip geçmediğine bağlı. Orhan Pamuk’un kitabının yayınlanmasından önce de havalar sert geçiyordu. O sebeple boza satışları doğal olarak daha fazla bu yıl. Ama bu Orhan Pamuk’un kitabından kaynaklanmıyor. Geçenlerde lodos çıktı mesela, o zaman satışlar düştü. Şimdi kar yağıyor, yine çıktı.

Gerçekten de hava şartları boza satışlarını bu kadar etkiliyor mu?

Havalar soğuduğunda boza içmek hemen akla geliyor ve boza içmek istiyor. Bunu görebiliyoruz.

Okudunuz mu romanı?

Hayır, okumadım. Orhan Pamuk’un verdiği demeçleri olumlu bulmadık. Daha kitap çıkmadan bir televizyon kanalında söylediği sözlerden anladık ki kendisi boza konusunda pek doğru bilgilenmemiş. O söyleşide bozanın alkol içerdiğine dair şeyler ifade etti. Aslında bunu muhafazakâr insanların da bildiğini ve bile bile bozayı tükettiğini belirtti. Kitabını dört sene içinde tamamladığını söylüyor, keşke dört dakika arasaydı da biz de kendisine doğru cevapları verseydik.

Alkol var mı peki bozada?

Evet var, fakat ekmekte de var, elma suyunda da var, portakal suyunda da var. Ekmekte binde 4 oranında var mesela, bozada da binde 3. Yediğimiz her şeyde alkol var ona bakarsanız. Ama bunlar insanı etkileyecek düzeyde değil. Nobel ödülüne vâkıf olmuş bir yazarımızın böyle bir açıklama yapması hoş olmadı.

Boza üreticileri ve sevenler de zan altında bırakıldı mı diyorsunuz?

Evet. Kitabın çıktığı yayınevi bize sponsorluk teklif etti fakat bu açıklamalardan dolayı tekliflerini reddettik. İçinde bozanın yer aldığı bir kitabın sponsoru olmak istemez miyim? Ama maalesef, bu açıklamalar üzerine böyle bir şeyi yapamazdık, çünkü kendisinin bahsettiği türde bir içecek bizde yok!


Niye boza deyince aklımızda nostaljik bir çağrışım gerçekleşiyor?

Bir kere uzun bir geçmişi var. Bir de kışın olup da yazın olmaması insanlara özletiyor herhalde bozayı. Ayrıca sokak boyutu da var tabii. Sokaklarda ‘bozaa’ diye bağıran biri duyulduğunda kış aylarının geldiğini anlıyor insanlar. E bunlar da başka bir üründe yok. Doğal olarak eskiyi çağrıştırıyor bu tür şeyler.

Vefa Bozacısı nereden gelmiş?

Büyük dedem Hacı Sadık, İstanbul’a geldiğinde iki yüz tane bozacı varmış. Ayran gibi, çok ekşi kıvamlı ve garip lezzetlerde çeşitli bozalar içiliyormuş. Kendisi koyu kıvamlı, henüz yeni mayalanmış şekildeki lezzetiyle satışa sunmuş. Köşe başlarında beklenir olmuş ve artık yetiştiremez hale gelmiş. Sonunda bugün Vefa’daki yeri açmış ve o boza da bugüne kadar gelmiş.

Neden hâlâ tek şubesi var?

Kış aylarında aktif olarak çalışıyoruz, 12 ay boyunca bir kazanç durumu yok. Bu da şartlarımızı zorluyor. Ama ben yine de Bağdat Caddesi, Bakırköy gibi yerlerde bir şube daha açmak isteğindeydim. 140 yıllık bir geçmişimiz var, öyle kıyıda köşede bir yerde de açamazsınız, görünür bir yer olması lazım. Bağdat Caddesi’nde 110 metrekarelik bir dükkânın kirasını sordum, 49 bin Euro dediler. Birkaç dakika durdum, üç aylık mı dört aylık mı acaba dedim, meğer bir aylık kiraymış. Böyle bir durumla da başa çıkamazdık.

VEFA'DAKİ YERİMİZ MÜZE OLACAK

Bu tek şube de özenle korunuyor sanırım

Tabii. Burayı olduğu gibi hiç değiştirmeden koruyacağız. İmalat yerimizi de bir müze dükkânı olarak sergileyeceğiz, halkın ziyaretine açacağız. Dedelerimizin bize bir tavsiyesi vardır, “İhtiyacınız kadarını kazanın, hırsınızdan gözünüz kör olmasın.” diye. Biz de bu tavsiyeye uymaya çalışıyoruz.

Turistler de içiyor bozayı. Onlar nasıl buluyor?

Pudinge benzetiyor çoğu. Nedir bu diye soruyorlar, biz de izah ediyoruz. Japonlar çok seviyorlar.

Yurtdışında boza diye bir şey var mı? Yoksa sadece bize özgü bir şey mi?

Literatüre baktığınızda aslında bozanın geçmişi bin yıla dayanıyor. Bozkır iklimlerindeki o Orta Asya Türklerinin kullandığı bir gıda maddesi. Yani en eski Türk içeceği. Daha sonra batıya, Kafkasya ve Balkanlar’a kadar getirilmiş. Değişik yerlerde farklı lezzet ve kıvamlarda yapılmış. Pirinç olan bölgede pirinçten, bulgur olan bölgede bulgurdan yapmak mümkün. Ama lezzet farklılıkları nüans olarak var.

Zaman ilerledikçe üretim aşamasında işin içerisine farklı etkenler de girmeye başlıyor. Mesela teknoloji gibi. Bozanın tadına bir etkisi oldu mu bu durumun?

Ürünün hammaddesi belli, içine karıştıracağınız su belli, kullandığımız şekeri de hiç değiştirmeyiz. Sadece Konya’nın şekerini kullanırız. Bu bakımdan boza için aletler değişse de hammaddeler değişmediği ve usullerden de taviz verilmediği için tadı hep en iyi kalitede oluyor.

Sizde bozacılık bir aile mesleği. Siz de dördüncü kuşaksınız. Başka bir meslek düşünmediniz mi?

Turizm ve otelcilik mezunuyum. Almanya’da da eğitimimi sürdürdüm. Askerden geldikten sonra kariyerim her şeyim hazırken babaannemin mutsuz olduğunu gördüm. Yurtdışına gitmemi hiç istemedi. Kim bakacak bu işlere diyordu. Ben de onun bu sözlerini göz ardı edemedim ve burada kaldım. İyi ki de öyle yapmışım.


140 yıllık tarihinde pek çok hatıraya ev sahipliği yapmıştır burası eminim.

Ben çok şanslıyım. Şu anda buranın başındayım ama bugünlere buranın mutfağında büyüyerek, o mutfaktaki değerli isimlerle beraber olarak geldim. Ben doğmadan bir yıl önce Kastamonulu bir çiftçi çocuğu olan Koca Mustafa isimli biri başlamış işe tezgâhta. Sonra babam evleniyor ve ben doğuyorum. 33 yıl sonra Koca Mustafa abinin kıdem tazminatını vermek bana düşüyor düşünebiliyor musunuz? Beni tezgâhta o yetiştirdi. Bardak doldurma yarışı yapardık. Babam zarfın içine parayı koymuş, kıdem tazminatını ona benim vermemi istemişti. Zarfa baktım, içim elvermedi. Açtım kasayı, bir tomar aldım doldurdum zarfın içine. ‘Biz onun hakkını parayla pulla ödeyemeyiz’ dedim. İndim aşağı, sarıldık, ağlaştık. Konuştum kendisiyle, zarfı uzattım. Ne dedi biliyor musunuz? “33 senedir kasanızı teslim ettiniz, daha ne vereceksiniz bana?” Bakmadı bile paraya pula. Böyle güzel ve hakiki ilişkilere ev sahipliği yaptı burası. Yapmaya da devam ediyor.


Çek bir boza, vitaminli olsun!

Boza; darı irmiği, su ve şekerden üretilen hafif mayalı ve bilinen en eski Türk içeceklerinden biri. Bozanın içinde dört çeşit B vitamini bulunuyor. Bir insanın günlük B vitamini ihtiyacı iki bardak bozada mevcut. Ayrıca boza mayalandığı zaman oldukça kıymetli bir asit türü olan laktik asit üretiyor. Antiseptik, yani mikrop kırıcı bir özelliği de var. Bu nedenle hastalıklara karşı da oldukça etkili. İçerdiği aktif mayalar sayesinde emziren annelerde süt yapımını da artırıyor. Kış günlerinde vücudu hastalıklara karşı dirençli kılıyor. Karbonhidrat ve proteinin yanı sıra birçok besin öğesini içerdiğinden dolayı besleyici özelliği nedeniyle ‘sıvı ekmek’ olarak da anılıyor.




19 Şubat 2015 Perşembe

Yeni bir Din felsefesi mümkün mü?



‘Her kitap yazıldığı zamanın aynasıdır.’ düsturuyla hareket eden Prof. Dr. Adnan Aslan, içinde bulunduğumuz İslâm toplumundaki dinî felsefeye yeni bir muhteva teklif etmenin yollarını arıyor ‘Din Felsefesine Giriş’ kitabında.

Tefekkür, insanla başlar. Beşer, arz-ı âlemde var olduğundan bu yana nereden geldiğini, nereye gideceğini, bu hayattaki gayesinin ne olduğunu anlamaya çalışır. Bu sorulara cevap bulmasındaki en büyük yardımcı ise din ve felsefe olageldi bugüne kadar. Prof. Dr. Adnan Aslan’ın kitabı ‘Din Felsefesine Giriş’ de bu iki kavramın birleşmesi sonucu İslâm dünyası ve Batı dünyasında din felsefesi bağlamındaki fikrî yapıyı ele alıyor. Yazar, kitabını, din felsefesini Batılı formlarının ötesine taşımak isteyen ve dini düşünceyi teknik ve disipliner bağlardan kurtararak bizzat düşünsel ve toplumsal olan somut problemlere yönlendirmeyi hedefleyen mütevazı bir çabanın eseri olarak tanımlıyor.

Kitabın birinci bölümünde modernite ve din, modernitenin genel vasıfları, postmodernizm, İslâm ve modernite konuları; ikinci bölümündeyse sosyal bir süreç olarak sekülerleşme, sekülerizm, İslâm ve sekülerleşme konuları ele alınmış. Üçüncü bölümde din ve bilim, modern bilim-din ilişkileri, Hıristiyanlık, İslâm ve bilim konuları, dördüncü bölümdeyse vahiy kavramının içeriği ve epistemolojik değeri gibi başlıklar incelenmiş. Son olarak da dinin menşei meselesine değinilmiş ve din teorisi bağlamında İsmail Raci Faruki ve Frithjof Schuon’un din ve dinler ile ilgili arayışları üzerinde durulmuş.

Seküler dünyada dinin yeri

Batı’da ve İslâm dünyasında din felsefesi farklı yerlere tekabül ediyor hiç şüphesiz. İslâmi düşünce meşruiyetini vahye ve geleneğe müracaatla kazanırken, Aydınlanma düşüncesi, varlığını geleneğin kırılmasına borçlu olduğu için meşruiyetini sadece kendinden alır, kendinden öncesine ve Hıristiyan geleneğine de kendini borçlu hissetmez. Bununla birlikte aydınlanma ve modernite perspektifinden din bir problem olarak görüldüğü gibi, dini perspektiften de modernite ciddi bir problem olarak görülüyor. Aslan’a göre; modern dünyada ortaya çıkan materyalizm, sosyalizm, komünizm, Darwinizm, liberalizm, kapitalizm, romantizm, idealizm, realizm gibi bütün ‘izmler’ ve ideolojiler, dini prensiplere dayanarak oluşturulmadığı ve modernleşme, sekülerleşme, küreselleşme gibi sosyal süreçler dinin kontrolünde gelişmediği için, dinin kendini bütün boyutlarıyla gerçekleştiremeyeceği seküler bir dünya ortaya çıkarmışlar. Kısacası din, sosyal ve kamusal alanda meşruiyetini kaybetmiş ve sosyal realiteyi inşadaki etkisi asgariye indirilmiş. Böyle bir dünya içinde modernitenin dini açıdan tahlili, kitabın başarmayı arzu ettiği önemli hedeflerden biri olarak tanımlanıyor.

Amaç, yeniden üretmek değil mevcuda karşı tavır geliştirmek

Adnan Aslan’a göre yaptığı araştırmanın gayesi, mevcudu farklı bir perspektiften yeniden üretmek değil, aksine mevcuda karşı bir tavır geliştirmek. Kısacası bu topraklarda din felsefesinin dokunduğu yerlerin tasvirini yapmak değil, bir yaraya dokunmak. Peki nasıl bir tavır? Yazara göre bizim neslimiz, aynı ebedi ve ölümsüz Kur’ani hakikati, kendini geleneksel form ve kavramlarla sınırlı hissetmeden, yeni bir dille ifade etme durumunda ve mecburiyetinde. Çok farklı zamanda yaşadığımızı ifade eden yazar, bu çağın, yeni bir dil üretme ve yeni ilmi disiplinlerin inşası bakımından İslâm ilim geleneği tarihinde belki de fıkıh, kelam, tasavvuf ve felsefenin henüz birer ilmi disiplin olarak teşekkül etmediği hicri birinci asra tekabül ettiğini belirtiyor. Dolayısıyla bu çağda fıkıh, kelam ve tefsir gibi ilimlerin yeniden ihyasından çok, aynı özü ve manayı ifade eden farklı disiplinlerin inşasının muhtemel olduğu düşünülmeli.


Tam da buradan yola çıkarak yaşadığımız çağ ve entelektüel şartlar önümüze tek bir seçenek bırakıyor yazara göre. O da, arayış içinde olmak. Bu sebeple İslam düşüncesi çerçevesinde oluşacak din felsefesinin en doğru biçimi kazanabilmesi için her türlü alternatif ve tekliflere açık olunmalı. Fakat bu mülahazalarla dini felsefe arama mecburiyeti bizi ister istemez geleneğimizle karşı karşıya getirmemeli.



12 Şubat 2015 Perşembe

Sokaklar arabaların değil bizim

Sokakların eski tadı yok, kaldırımlarda yürüyecek yer kalmamış, otomobillerin işgali altında her yer. ‘Yaşanabilir sokaklar için kaldırımlar bizim olsun’ demek gerekiyor en azından. Ve bunu diyen birileri var: Sokak Bizim gönüllüleri. Sesleri henüz çok çıkmıyor belki ama umutları var…


“İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek.” diyor bilge mimar Turgut Cansever. Apartmanlar, binalar, sokaklar, mahalleler, kaldırımlar… Şehrin kimliği bu yapıların ardında saklı. Lakin kent yaşamının can damarı olan sokaklar, uzun bir süredir insan odaklı olmaktan uzaklaşıyor. İnsan yerine otomobiller hâkim sokaklara. Araçların hükümranlığında geçen her gün ise şehrin sakinlerine çeşitli sıkıntılar yaşatıyor. Sokak Bizim Derneği tam da bu sıkıntılara parmak basıyor, ‘sokaklar kentin oturma odasıdır’ mottosuyla hareket ediyor.

Derneğin 50’ye yakın üyesi var ve 2010’dan beri etkinliklerine devam ediyorlar. Tamamen gönüllülerden oluşuyor. Neyi amaçlıyorlar peki? Derneğin kurucularından Arzu Erturan, daha yaşanabilir bir şehir hayal ettiklerini, buna ulaşmak içinse ilk olarak değişimin sokaklardan başlaması gerektiğine inandıklarını söylüyor. Sokak, kentin en küçük parçası. Onlar da bu yüzden ilk olarak ‘ayda bir sokak bizim’ projesiyle başlamışlar işe. Yaşanabilir bir sokağın nasıl olması gerektiğini insanlara göstererek bir farkındalık oluşturmaya çalışmışlar. Ayda bir gün herhangi bir sokağı trafiğe kapatıp arabasız bir sokakta insanların gün içinde neler yapabileceğini görmeyi ve göstermeyi amaçlamışlar. Bisikletliler, yayalar, engelliler, kısacası herkes, yani sokağın gerçek sahipleri. Kimisi piknik yapmış kimisi gitar çalmış, çocuklar ise dernek gönüllülerinin yere serdiği kâğıtlara hayallerindeki sokağı çizmiş.

‘Biz yaptık oldu’ demekten hoşlanmayan insanlardan oluşuyor dernek. Dolayısıyla tüm paydaşları, mahalleli, belediyeler, sivil toplum kuruluşları vs. gibi farklı aktörleri bir araya getirerek beraber çalışmaya özen gösteriyorlar. Otomobillere karşı biraz, hatta bayağı bir mesafeliler. Özellikle İstanbul gibi tarihi bir şehirde bu kadar çok taşıtın olması zorlarına gidiyor. Buradan yola çıkarak arabaların sokakta kapladıkları yere dikkat çekmek amacıyla ‘yayaba’ diye bir etkinlik yapmışlar. Su borularından bir araba iskeleti meydana getirmişler ve sokağa park edip içine girmişler. O alanın içinde piknik yapmış, eğlenmiş, insanlara dertlerini anlatmışlar. Sahici arabaların park ettikleri yerlerin arasına yayabalarını park etmeleri insanların dikkatini çekmiş ve mevzuyu daha net anlamalarını sağlamış.

Sahi, ‘Kaldırım Nerede?’

İlk olarak İstanbul’da etkinliklerini gerçekleştiren dernek daha sonra ‘Kaldırım Nerede?’ projesiyle başka şehirlere de el atmış. Nede olsa kaldırım problemi İstanbul’a özgü değil, tüm Türkiye’de standartlar tutturulabilmiş değil henüz. Bu projenin sokaklarda yürüyememe sorunundan ortaya çıktığını söylüyor derneğin kurucularından Erman Topgül. Yayalara ayrılan tek yer kaldırımlar sonuçta. Ama Türkiye’de kaldırımların pek çoğu ya standart dışı ya da arabaların işgaline uğramış durumda. Engelli biri için büyük bir sınav. Topgül, insanların bu zorlukları artık normal bir şeymiş gibi algıladığını ve aslında bunun normal olmadığını vurgulamak istediklerinin altını çiziyor.


İnsanlara kaldırımın belli bir standart ölçüsü olması gerektiğini benimsetebilmek içinse bir ‘kaldırım ölçer bant’ yapmışlar. Bandın üzerinde 130 santimlik bir şablon bulunuyor. Minimum kaldırım genişliğinin iki insanın yan yana rahatlıkla yürüyebileceği şekilde olması gerektiğinden yola çıkmışlar ve ideal ölçünün 130 santim olduğu sonucuna varmışlar. Topgül’ü dinleyelim: “İstedik ki insanlar bu bandı alsın ve çevrelerindeki kaldırımlara uygulasın. Hâsılı kelam bantları dağıttık ve insanlar sorunlu gördükleri yerlere bu bantları yapıştırıp fotoğrafını çekerek sosyal medyada paylaştı. Çok fazla geri dönüş oldu ve bu bizi çok sevindirdi. Bir havuz da oluşmuş oldu böylece.” Proje bununla da bitmemiş. ‘Kaldırım Nerede?’ projesinin ikinci aşamasındaki hedeflerini şu sözlerle anlatıyor Arzu Erturan: “İnsanlar bu sorunu fark etti ve bu durumdan mutsuz olduklarını dile getirdi. Biz de vatandaşın bizlere gönderdiği fotoğrafları bir online harita üzerine ekleyerek sorunlu yerleri toplu olarak belediyelere iletmek istiyoruz.”

İnsan odaklı bir düzen yok

Umutlular. İstanbul daha yaşanabilir, sokakların gerçek sahiplerine teslim edildiği ve ulaşımın daha sıkıntısız bir şekilde işlediği bir şehir olacak. Lakin bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Kaldırımlardan tutun da sokaklara, apartmanlara kadar hiçbir şeyin insan odaklı yapılmadığını söyleyen Erturan, genel olarak sokakların otomobil odaklı tasarlandığını, yayaların güvenle yürüyebileceği alanların ise ikinci plana atıldığını belirtiyor. Ulaşım için de aynı şey geçerli. Sürdürülebilir ulaşım politikalarının uzun vadede ön planda olması gerektiğini ve Avrupa’da bunun çok iyi örnekleri olduğunun altını çiziyor. Bu yüzden Hollanda’nın bisiklet yollarını ya da Kopenhag’ın yaya yollarını bayıla bayıla izlediklerini vurguluyor. Erturan’a göre, böyle bir hayali gerçekleştirmemek için hiçbir sebebimiz yok, sadece bakış açısı ve önceliklerin değişmesi gerekiyor.

Bakış açısı ve zihniyet değişikliğinin ardından gelen çözüm önerisi ise bu şehrin otomobillerden arındırılması gerektiği. Otomobilin en önemli kaynaklarından biri olan Amerika’da bile otomobille ulaşımın en aza indirildiği, toplu taşıma, bisiklet ve yaya yoluyla ulaşımın ön plana çıkarıldığı kentler tasarlanıyor artık. Dünyanın gidişatı bu ama biz tam tersi yöne gidiyoruz Erturan ve Topgül’e göre: “Aslında İstanbul, şehir olarak da bu kadar arabayı taşımaya uygun değil. İstanbul tarihi bir kent ve burası için araba bir lüks. İnsanlar bu lüksten vazgeçmek istemiyor ama bir yerden sonra vazgeçecekler, çünkü araba lüks olmaktan çıkacak. Siz işinizden eve iki saatte geliyorsanız artık bu bir lüks değildir.”