11 Haziran 2014 Çarşamba

Görselin hegamonyasında çocuk olmak üzerine bir deneme...



Facebook’ta yeni doğmuş bir bebek fotoğrafı. Bir baba, kendi hesabı üzerinden dünyaya geleli daha birkaç saat olmuş bebeğinin fotoğraflarını paylaşıyor. Sosyal medya üzerinden arkadaş olduğu yüzlerce kişi, aynı anda fotoğrafı beğenerek altına yorumlar yazıyor. Nazara inanan bir toplum olmamıza rağmen binlerce çift gözün, aynı anda yeni doğmuş bir bebeğin fotoğrafına doğru bakmasına izin verebiliyoruz her nasılsa. Şimdi de YouTube’a yüklenen iki İngiliz kardeşin videosunu hatırlayalım. Abi beş-altı, kardeş ise en fazla iki yaşlarında. Ebeveynlerinin bu iki kardeşi kamerayla çektiği elli saniyelik video, dünya çapında beş yüz milyonu geçkin bir izleyici kitlesine ulaşıyor. Düşünebiliyor musunuz? Beş yüz milyon çift göz!

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Hamileliğin başlangıcından bebeğin doğumuna kadar yaşananları görüntülü bir şekilde bloglar ve sosyal medya üzerinden aktaranlar, çok ama çok küçük yaştaki çocukları televizyon programlarında umarsızca kullananlar, üstelik bunu ailelerinin izniyle yapanlar ve daha niceleri! Hiç şüphesiz teknoloji hayatımıza günbegün daha fazla sirayet ediyor. Bu haşır neşirlik sonucunda çeşit çeşit tartışma konuları ve problemlerle karşı karşıya kalabiliyoruz. Mahremiyet mevzuu bu tartışmalardan biri. İnançlar ve kültürel farklılıklar, özel yaşam ve mahremiyet üzerinde hiç şüphesiz önemli bir etkiye sahip. Fakat içinde bulunduğumuz çağ, mahremiyet kavramının sahip olduğu anlamın içini boşaltıyor. Mahremiyet ve teşhir arasındaki ilişki çerçevesinde ise aklımıza şu soru geliyor: “Anne-babaların çocukları üzerinde, onları görsel birer metaya dönüştürme hakları meşru mudur?”


Şunu da belirtelim. Çocuk sahibi olmak, anne-babayı bambaşka bir ruh haline sokar. Sanki o da bir nevi çocuklaşır ve her zaman davrandığından biraz daha farklı davranır. Kendisinin bir parçası gibi gördüğü o muhteşem varlığı herkese göstermek ister. Hepimiz biliriz ki annelerimiz, bıkıp usanmadan bebeklerinden, çocuklarından bahsedip dururlar. “Benim çocuğum çok güzel, çok akıllı ve herkesin çocuğundan farklı.” hissi içinde bebeklerini ballandıra ballandıra anlatırlar. Ebeveynin bebeği ya da çocuğunun şirin hallerini anlatması/paylaşması elbette doğal. Sorun olan, anne-babaların, çocuklarının ilginç hallerini, sadece tanıdık çevre ile sınırlı olmayan belki de binlerce kişinin görebileceği dijital ortama yüklemesi.

Çocukları farkında olmadan görsel bir metaya dönüştürmek
Gözün hâkimiyetinde olan bir çağda yaşıyoruz. Görünerek var olunabilen ve görerek tüketilebilen bir dönem, dijital ortamın imkânlarından da ivme alarak güçleniyor. Sosyolog Nazife Şişman’a göre bu gösteride çocukların kullanılması ne ifade özgürlüğü üzerinden meşrulaştırılabilir ne de doğal ya da sakıncasız olanın gösterilmesi gerekçesiyle. Şişman, çocuklarımızın bizlere emanet olduğunu hatırlatıyor: “Onlar birer birey değilse de anne-babalarının istedikleri gibi kullanacakları mülkleri de değil. Bu karmaşık durumu emanet perspektifinden değerlendirecek dinî ve kültürel arka planı olan Müslümanların, liberal etik yaklaşımın söyleyecek söz bulamadığı bir durumda söyleyeceği çok şeyler olmalı.”

İşin bir de psikolojik boyutu var. Aslında konunun biraz narsisizm ile ilgisi söz konusu. Narsisizmde görünüşte olumlu olan duygulardan çok kendini herkesten farklı görme, herkesten üstün hissetme, büyüklenme, şişinme vardır. Narsistik kişilik özelliği, az ya da çok beğenilme ve önemsenme isteğini bireyin zihnine yerleştirir. Bu da sosyal medyada görünme ve görülme isteğini artırır. Sosyal medyadaki paylaşımların bir ucu insanî bir davranış iken diğer ucunun teşhircilik olduğunu belirten Celal Bayar Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Özmen, çocukların fotoğraflarını paylaşmanın da bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini ifade ediyor. Çocuğun fotoğraflarını paylaşmanın narsistik gereksinimleri karşılama işlevi görebileceğine dikkat çeken Özmen, bu konuda anne-babalara şu tavsiyede bulunuyor: “Ebeveynler yaşadıklarının ve yaptıklarının ne anlama geldiğini anlamaya çalışsınlar. Yaşadıkları ve yaptıkları, bebeğin insanda yarattığı insanî ve hoş duyguların ötesinde kendi iç gereksinimlerini doyuran amaçlar ve nitelikler taşıyorsa bundan kurtulmaya çalışmalılar. Bir çocuğa sanki muhteşem bir varlıkmış gibi davranmak onda bu yönde bir ruhsal yapılanma oluşmasına neden olmanın yanında çocukla ilgili ciddi hayal kırıklıkları yaşanmasına yol açabilir.” 

Çocukların sosyal ortamlarda ve birçok medya organında görsel bir malzeme olarak kullanılması, ilk bakışta masum gözükebilir. Uzmanların görüşleri ışığında belirttiğimiz gibi bu durumun psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla hem çocuk hem de aile açısından sakıncaları var. Tüm etkileriyle beraber hiç şüphesiz gelecek dönemlerde bu konu üzerinde daha fazla kafa yorulacağa benziyor.

3 Haziran 2014 Salı

Tükettiğin kadar varsın!


"Ben bir fajita alacağım. İçecek olarak da ‘alkolsüz mojito’ rica ediyorum.” diyor bir müşteri. Arkadaşı ise tok olduğunu söylüyor ve bir nargile siparişi veriyor, yanında da ismini telaffuz etmekte zorlandığımız bir içecek. Karşılıklı sohbete başlıyorlar. Gülüşmeler, kahkahalar… Pahalı ve lüks bir mekân. Yavaşça yaklaşıyoruz yanlarına. Masalarına oturmak ve konuşmak istediğimizi söylüyoruz. Kabul ediyorlar ve başlıyoruz muhabbete. Muhafazakâr bir aileden geldiğini söylüyor masadaki genç bayan. Bu tür mekânların müdavimi olduğunu da ekliyor. Neden böyle bir yeri tercih ettiğini sorduğumuzdaysa aldığımız cevap gayet açık: “Oldukça elegant bir mekân. O yüzden fiyat önemli değil. Hem artık bizim de böyle eğlence yerlerine ihtiyacımız var. Onların var, bizim neden olmasın!”


Ortalama bir kurumlar sosyolojisi kitabında siyaset, eğitim ve aile gibi yapıların yanında bir de ‘boş zamanları değerlendirme kurumu’ yer alır. Birçoğunuzun “Böyle bir kurum mu olurmuş canım?” dediğini duyar gibiyiz. Bazılarımız böyle bir kurumun ne işe yaradığını merak etmiş, bazılarımız ise belki de pek önemsemeden üzerinden geçip gitmişizdir. Lakin bugün, tüketim toplumu anlayışının en çok bu ‘boş zamanları değerlendirme’ alanında tezahür ettiğini yavaş yavaş fark etmeye başlıyoruz. Kafeler, lokantalar, eğlence mekânları… Artık oldukça lüks olmasına özen gösterdiğimiz bu yerler; kişiliğimizi, arkadaş çevremizi ve ilişkilerimizi belirlemeye başlıyor. Bununla birlikte ‘muhafazakâr tiki’, ‘süslüman’, ‘İslamî burjuva’ vb. kavramlar, kelime jargonumuz içerisinde yerlerini aldı bile.

Bugün özgün olmak; gösterişli bir kafede takılmak, lüks bir arabaya binmek ve son model bir cep telefonuna sahip olmakla eşdeğer hale geldi. Hal böyle olunca aklımıza şöyle bir soru takılıyor: “Sadece zenginliğin sunduğu imkânlarla medeniyet çıtasını yükseltebilir miyiz?” Sadece sahip olunan zenginliğin gösterilmesiyle toplumsal gelişmeye herhangi bir katkıda bulunulamayacağı gibi, gösterişin inandığımız değerlerle de ters düştüğü bir gerçek. Birçok düşünüre göre medeniyet çıtasını yükseltmek sadece tüketmekle değil, bir şeyler üretmekle de alakalı. Şüphesiz bu da ayrı bir ruh gerektiriyor. Tüm bunlarla birlikte sosyal hayatımızı farklı bir şekle dönüştüren yeni yaşam tarzlarını kafeler üzerinden irdelemek için konuyu uzman sosyolog ve ilahiyatçılarla görüştük. İşin sonunda varılan ortak kanı ise şu oldu: “Hayatımızın ruhsal tarafı zayıflıyor, dünyevi tarafı güçleniyor!”

"Müslümanlar nefislerini şımartıyorlar"
Süleyman Şah Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Uğur Kömeçoğlu:

Kentsel yaşam içerisinde İslâmî davranış şekilleri yaygınlaşıyor ve dinî kurallara uyduğunu söyleyen mekânların sayısı artıyor. İslâmî tarzda yapılandırılan tatil mekânları, oteller, kuaförler, güzellik salonları, düğün salonları vb. yeni bir sınıfın artan taleplerini karşılamaya çalışıyor. Muhafazakâr kafe ve restoranlar da aynı gelişmenin bir parçası. Modern yaşamın nimetleri Müslümanlar için de bir arzu nesnesine dönüştü maalesef. Ev içi dekorasyonlar, pahalı arabalar, markalı giyim kuşamlar, yazlıklar, moda, tüketim ve renkli bir sosyal hayat, İslamî yaşam tarzlarını dönüştürdü. Bugün dindar yaşam tarzıyla dünyevî yaşam tarzı kesişmeye ve aralarında geçişkenlikler oluşmaya başladı. Bu tür mekânlar da bunun yansıması.

Mesela uzun süre küçümsenen tesettür, kendi üst sınıfsal modasını oluşturmaya başlayınca üst seküler (dünyevî) kesimle aynı statüyü paylaşmak istiyor. Müslümanların hem kendi aralarında sosyalleşme ihtiyaçları var hem de kendilerinden farklı olanlar tarafından tanınma ihtiyaçları. Bu durum kendi mekânlarını üretiyor. Paranın iktidarı insanları dönüştürüyor. Örneğin göz alıcı bir tesettür bunun dışavurumudur. Müslümanlar nefislerini şımartıyorlar. Böyle olunca da hayatlarının ruhsal tarafı zayıflıyor dünyevî tarafı güçleniyor.

"İslam dini diyor ki gösteriş yapma, sade yaşa"
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. İsmail Demirezen:

Lüks kafe kültürünün yaygınlaşması, tüketim toplumu ve muhafazakâr insanlarla ilişkisi açısından önemli bir konu haline gelmeye başladı. Tüketim alışkanlıkları değişmiş bir kesimin sosyalleşme ortamı bu tür kafeler. Hepimizin hayatında artık tüketim çok fazla rol almaya başladı. Özellikle iletişim teknolojilerinin gelişmesi ve bu yönde reklamların kullanılmasıyla birlikte bu kültür, insanlara empoze ediliyor. Tüketim, belli bir ihtiyaca binaen gerçekleştirilmiyor, insanların sosyal statülerini gösteren bir şey haline geliyor. Örneğin Bebek’te ya da Ortaköy’de bir kafeye gitmeniz, sizin ne kadar para kazandığınızı gösteren, sosyal statünüzü ortaya koyan bir durum olmaya başladı.

İnsanlar bir yandan tüketim kültürünün kodlarıyla hemhal olurken diğer yandan da dinî hassasiyetleri buna engel olmaya çalışıyor. Fakat burada öncelikler önemli bir hal alıyor. Temel mesele bu. Örneğin gittiği mekânda bir mescidin olması, zihinlerde o yerin hemen meşrulaşmasını sağlıyor. İslamî yaşayış tarzına uygun olmayan birçok şey bu manada göz ardı edilebiliyor. Dolayısıyla temel mesele, dinî hassasiyetler olmaktan çıkıyor. Yeni yeni zenginleşen muhafazakâr kesimin sosyal statüsünü gösterme isteği, dinî değerle de çelişen bir durum aslında. İslam dini diyor ki “Gösteriş yapma, sade yaşa. Var olan statünü insanlara gösteriş olarak kullanma.” Günümüzde içinde bulunduğumuz kültüre göre ise tükettiğin kadar varsın. Varlığı tüketmeye ve gösteriş yapmaya indirgeyen bir yapı var bugün.

"Tevazu denilen şey hayatımızdan kalktı artık"
Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü  Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ferhat Kentel:

Türk toplumu artık kapitalist bir toplum. Öncelikle bunu kabul etmemiz gerekiyor. Muhafazakâr olsun olmasın, insanların öncelikleri değişmeye başladı. Evet, şunu diyebiliriz. Belli bir döneme kadar kapitalizm ve tüketimle ilgili bir ilişkiye girmeyen muhafazakâr kesim, dünyevileşmeye karşı oldukça mesafeliydiler. Ama bugün bu insanlar, farkında olmadan bu dünyevileşmenin içine girmeye başlıyorlar. Belki alkol almıyorlar, bazı temel haramlardan uzak kalıyorlar fakat artık aynı tip ve tüketime dönük bir yaşam tarzını sürmeye başlıyorlar. Muhafazakâr insanların rağbet ettiği bu tür lüks kafelerin artışını böyle okumak lazım belki de. Kafe mevzusuna gelmeden de gözlemlenebilecek bir mevzu bu. Örneğin Fatih’teki o caddede yürüdüğünüzde ve şatafatlı camekânlarla karşılaştığınızda, burnunuza bu lüks tüketim kokusunun gelmemesi mümkün değil.

İslamî camia dediğiniz şey artık homojen bir yapıdan ibaret değil. Modernleşme biraz da bireyselleşme denilen olguyu getirdi hayatlarımıza. Artık cemaatler içinde de sınıflar oluşmaya başladı. Aşağı sınıftan ve yukarı sınıftan insanlar var. Bugün sekülerliği meşrulaştıracak bir dinî hayat inşa ediliyor. Tevazu denilen şey hayatımızdan kalktı. Muhafazakâr dediğimiz şahsiyetler, artık bulutlara kadar varan gökdelenler inşa edebiliyorlar. İnanılmaz bir kibir, inanılmaz bir ihtişam söz konusu. Bundan bütün Müslümanları kapsayacak bir özellik olarak bahsetmemiz mümkün değil tabii. Tüketim kültürünün içine girmemeye ve hayatlarında tevazuya uygun şekilde yaşamaya çalışan insanlar da var.

2 Haziran 2014 Pazartesi

Yine Bekleriz..



Şimdi geçmişe doğru bir yolculuk yapacağız. Yolculuk dediysek çok da uzağa gideceğimiz anlaşılmasın. Çocukluğumuza gitmemiz yeterli. Hatırlayalım annemizin bizi bakkala gönderdiği o günleri. Hepimizin tanıdığı bir mahalle bakkalı vardı hani. Ne alınması gerekiyorsa alınır, alış veriş yapılır, bakkal amcanın yanına gelinir ve şöyle söylenirdi: “Annem 'Deftere yazsın' dedi.” Evet, veresiye defteri diye bir şey vardı gerçekten. Bugünün gözüyle bakıldığında o defter, aslında birçok şeyi anlatıyor bize: Karşılıklı güveni, kurulan samimiyet ve dostluğu... Sadece bakkalla değil, manav, berber ve nice esnafla samimiyet ekseninde yürürdü ilişkiler. Bu da doğal olarak bir kültür çerçevesinde gerçekleşirdi: Esnaf kültürü.

Yazılı olmasa da günümüzde esnaflar arasında kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü bir gelenek var. Geçmişimizdeki Ahi kültürünün esnaflar üzerinde payı büyük hiç şüphesiz. Ahilik, Anadolu'da yaşayan halkın sanat ve meslek alanında yetişmelerini sağlayan, onları ahlakî yönden geliştiren bir örgütlenmeydi. İyi ahlâkın, doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyal ve ekonomik düzenden bahsediyoruz. Esnaf ve sanatkâr camiasının tarihine baktığımızda Ahiliğin önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Çünkü bu kurum, çok uzun yıllar boyunca Osmanlı toplumunun belirleyici öğesiydi.

Günümüze doğru geldiğimizde küçük esnaf dediğimiz yapının artık yok olmaya başladığını, sektörün büyümeye hevesli işletmelerle dolduğunu görüyoruz. Etrafımız büyük marketler, lüks lokantalar ve dahi soğuk ilişkilerle çevrili hale geldi. Haliyle bakkalları, veresiye defterlerini ve ailemizden saydığımız mahallemizin küçük müesseselerini, yani esnafları unuttuk. Bizden sonraki nesiller ise belki de hiç göremeyecek. Tüm bunları düşünürken, esnaf kültürünün ne demek olduğunu bir nebze olsun idrak edebilmek için her şeye rağmen ayakta kalmaya çalışan o güzel müesseselere göz atmak istedik. Onlara yönelttiğimiz iki soru vardı: “Sahiden esnaf kültürü diye bir şey var mı?” ve “Bugün neden diğerleri gibi işlerini büyütmek istemeyip küçük bir esnaf olarak kalmak istiyorlar?” Konuştuğumuz esnafların hepsi çok değerli şeyler söyledi. Söylenenlerin tümünü birleştirdiğimizdeyse gerçek bir esnafın nasıl olması gerektiğini görmüş olduk. 
 
Vefa'nın Karadeniz Pidecisi
 
İşini iyi yapan, yıllar geçse de kullandığı malzemelerin kalitesinden asla ödün vermeyen ve tüm bunlara rağmen fiyat olarak oldukça makul olan esnaf lokantalarını çok severiz. Aldığımız o eşsiz tatların ardından gelen hesabın kabarık olmaması da ayrı bir mutlu eder insanı. Nostalji hayranlığı yapmıyoruz fakat özellikle günümüzde böyle yerlerin sayısı bir elin parmağını geçmiyor maalesef. Vefa'daki Karadeniz Pidecisi, esnaf lokantası geleneğini sürdüren, hem damakta hem de gönülde hoş bir tat bırakan işinin erbabı bir müessese. 


Tam 35 senedir bu işi yapıyor Sezai Kadiroğlu. Misafirlerini incitmekten çok fazla sakınan bir esnaf o. İşini o kadar severek yapıyor ki, ömrü yettiğince devam edecek gibi görünüyor. Vefa'nın ücra bir yerinde bulunmasına karşın müdavimleri başka başka semtlerden kalkıp geliyor pidecimize. Biz de giriyoruz dükkâna. Selam verip bir masada konuşmaya başlıyoruz Sezai Amca'yla. Lakin masada pidesini yemekte olan bir müşteri hemen lafa giriyor: “Ben yirmi yıldır gelip pide yerim burada. Neden diye soracak olursanız, her geldiğimde yemeklerden aynı tadı, Sezai Amca'dan da aynı muameleyi görürüm." Müşteri esnaftan gördüğü saygılı muamelenin farkında. Hal böyle olunca ondan bir daha vazgeçemiyor.

Sezai Amca'ya, kendisini bu kadar çok seven müşterileri varken neden daha büyük bir yer açmadığını, bir esnaf pidecisi olarak kaldığını soruyoruz. Verdiği cevap ise işini ve müşterilerini ne kadar çok sevdiğini ortaya koyuyor adeta: “Bana çok kişi geldi. ‘Aman burayı büyütelim, başka semtlerde şubeler açalım. Çok para kazanırsın, gel bizi dinle' diye. Hiçbirini kabul etmedim. Benim gelen müşterilerimin gözünün içine bakmam gerekir. Yediği yemeği sevmiş mi, sevmemişse neden sevmemiş, bunları görmem lazım. İş büyüyünce fabrikasyona girmek zorunda kalırsınız ve kalitenizden ödün verirsiniz. Ben bunu istemiyorum. Az kazansak da eyvallah çok kazansak da eyvallah. Hakk'ı bilen bir esnaf olmak bunu gerektirir.”

Mehmet ve Metin amcanın kahvehanesi 

Erzincan'dan 1932 yılında babasıyla birlikte göç ederek İstanbul'a gelmiş Mehmet ve Metin amcanın babası. İlk başta bir at arabası almış ve Beşiktaş'tan aldığı suyu Fatih civarına satarak geçimini sürdürmüş. Sakalık yapmış yani. Bir süre sonra ise arabalarını satarak şu anda Nostalji adıyla kahvehane olarak hizmet verdikleri Fatih At Pazarı'ndaki evi satın almışlar. Mehmet ve Metin amcalar, daha sonra babalarının işini devam ettirmişler. 1933'ten bu yana aynı yerde çaylarını demlemeye ve kahvelerini pişirmeye devam ediyorlar. Bu arada belirtmeden geçmeyelim; Mehmet Amca 78, Metin Amca ise 69 yaşında. Fakat gençlere taş çıkartırcasına dinç bir şekilde çalışmayı sürdürüyorlar.

Nostalji Kahvehanesi açıldığından beri âdet olarak sabah namazından hemen sonra ocağın altı yakılır, çay hazır edilirmiş. Fatih Camii'nin sabah cemaati dağılır, amcaların çayı eşliğinde kahvaltı etmek isteyenler soluğu burada alırmış. Bir sabah vakti biz de amcaların çayını içmeye gidiyoruz. Kapıdan içeri adımınızı attığınızdan itibaren dualarla karşılıyor sizi Metin Amca. Yılların getirdiği tecrübeye dayanarak gerçek bir esnaf olmanın ne demek olduğunu soruyoruz kendisine. O da tüm samimiyetiyle buraya gelenlere yıllardır misafir gözüyle baktıklarını söylüyor. Lafta değil ama, gerçekten öyle. İşin sırrı biraz da burada herhalde. Güvenilir olmak, yaptığı işin hakkını vererek yapmak ve misafirlerini memnun etmek, onları en çok mutlu eden şeyler zaten. Hakiki esnaf olabilmenin anlamını merak edenler, bir çay içmek için Nostalji Kahvehanesi'ne uğrayabilir. Bu vesileyle her şeyin paradan ibaret olmadığı daha iyi anlaşılabilir. 


Babadan oğula yoğurtçu

Sütçülük ve yoğurtçuluk aslında çok saf ve naif bir meslek. Bir yoğurtçu dükkânının içine girdiğinizde burnunuza çalınan o mis koku, bunu anlamanıza yetiyor. Fatih'teki yoğurtçuya girdiğimizde aynı saf koku geliyor burnumuza. Babadan oğula geçmiş bu meslek de. 30 yıldır süt ve süt ürünleri yapılıp günlük olarak satılıyor. İşletmenin şu anki sahibi Murat Ersoy, babasının Isparta'dan geldikten sonra ilk başta seyyar olarak yoğurt sattığını, daha sonra ise şu an bulundukları dükkânı açtığını söylüyor. Esnaf olabilmenin ne demek olduğunu, hem babasından hem de insanların birbiriyle aile gibi olduğu mahallesinden öğrendiğini dile getiriyor.

Beş ay önce babası Sefer Ersoy'u kaybeden Murat Bey, babasının nasıl bir esnaf olduğunu anlatıyor bize: “Şimdiki insanlara yabancı gelecek belki ama eskiden ticaret yapan bir esnafın en temel derdi para kazanmak değildi. Tabii ki ailesinin hayatını idame ettirecek şekilde para kazanması gerekiyordu ama bunu meşru bir şekilde yapabilmek, evlatlarının boğazından haram lokma geçmemesini sağlamak daha öncelikliydi. Tartıda veya kullandığınız malzemede bir hile hurdayı insanlara fark ettirmeden yapabilirsiniz, onların ruhu bile duymaz. Fakat o her şeyi gören, bize şah damarımızdan daha yakın olan Yüce Yaratıcı'yı aldatabilir misiniz? İşte bunun farkında olabilmek önemli. Ben bir esnaf olarak babamdan bunu öğrendim.”


Sahiden de tartı çok enteresan bir alet. İçine farklı farklı anlamlar yükleyebilmek mümkün. Bir nevi adaletin simgesi. Her bir esnaf, farkında olmadan adalet de dağıtır aslında müşterilerine. Ve şu ayet-i kerime, bu yönde uyarır iş yeri sahiplerini: “Ey halkım! Ölçü ve tartıyı dengi dengine tam tutun, halkın hakkını yemeyin ve ülkede müfsitlik ederek fenalık yapmayın!” (Hûd, 85)