‘Beyazperdede başarı hikâyeleri
her zaman tutar' diye bir kural vardır ki pek de yanlış sayılmaz. Vizyona olan ‘McFarland, USA' da Amerika'nın en ücra taşralarından bir başarı
öyküsü aktarıyor izleyiciye. Peki, sinemanın kült başarı hikâyelerinde en başı
hangi filmler çekiyor?
Beyazperdenin büyüsü diye bir
şey var ki bu inkâr edebileceğimiz bir şey değil. Bazı filmler izleyiciyi
depresif yapar, bazıları duygulandırır, bazı filmler güldürür bazıları ise
izleyiciye güç ve moral verir. Filmde anlatılan bir başarı hikâyesi, pek çok
zorluğa göğüs geren ve yılmayan bir karakterin varlığı, izleyiciyi de
güçlendirir. Bundan dolayıdır ki sağlam bir zemine oturtulmuş başarı hikâyesi
anlatan filmlerin hemen hemen hepsi tutar. Bu hafta vizyonda yine bir başarı
hikâyesi var. Başrolünü Kevin Costner'ın üstlendiği ‘McFarland, USA' filminin
öyküsü, McFarland Lise takımının 1987 yılında katıldığı şampiyonaların gerçek
hikâyesinden oluşuyor. Bazı problemlerle boğuşmakta olan koç Jim White'ın,
California'nın fakir bölgelerinden olan McFarland'a yerleşmesi ve buradaki
öğrencileri bir turnuvaya hazırlaması üzerinden yükselen bir başarı hikâyesi
anlatıyor film. Bu filmin hatrına beyazperdenin hem kült hem de pek
bilinmeyen başarı hikâyelerine bir bakalım.
Şampiyon
(2010): Başarı senaryolarının başkahramanı olabiliyor bazı
hayvanlar. Buna en müsait olanı ise atlar oluyor çoğu zaman ki bu filmin
başkahramanı da bir at. Başrollerini Diane Lane ve John Malkovich'in paylaştığı
filmin konusu ise izleyicinin ilgisini oldukça çekmişti zamanında. Bir anne ve
aynı zamanda ev hanımı olan Chenery, at yarışları hakkında pek de fazla bir şey
bilmez. Fakat babasının atlara büyük bir ilgisi vardır. Babası hastalanır ve bu
ahırların yönetimini mecburen üstüne alır. Yaşadığı tecrübesizlik ve
olumsuzluklara rağmen o, atlarda farklı bir şey bulmuştur. Yardımcısı ve
atların eğitmeni Laurin'in de desteğiyle bu işe ciddi şekilde eğilir ve erkek
egemenliğindeki bu spor dalında büyük başarılar elde eder. Tabii ki bu
başarıların meydana gelmesinde hikâyemizin asıl kahramanı olan atımız başrole
sahip.
Sol
Ayağım (1989): Bir insan doğuştan engelli olarak doğsa da o
engeli aşmanın mutlaka ama mutlaka bir yolu vardır. Filmin temel mesajını
özetlemek gerekseydi o cümle bu cümle olurdu herhalde. İmkânsızın da mümkün
olabileceğini izleyiciye aktaran ve aynı adlı romandan uyarlanmış kült bir film
‘Sol Ayağım'. Başrolü ise bu filmdeki rolüyle Oscar ödülü kazanan Daniel
Day-Lewis üstleniyor. Performansını ise konuşmaya gerek yok, her şey ortada.
Biraz da filmin konusuna değinelim. Christy Brown, beyin felçli olarak dünyaya
gelir ve hiçbir zaman hareketlerini kontrol altında tutamaz. Bütün yaşamı
tekerlekli sandalyeye mahkûmdur. Bir gün sol ayağının bu felçten
etkilenmediğini keşfeder ve sadece bu sol ayağıyla hayata tutunur. Hatta öyle
ki sadece sol ayağını kullanarak romanlar ve şiirler yazar. Yazdıkları öyle
eften püften şeyler değildir. Bu eserler onun, İrlanda edebiyatının saygın
isimleri arasına girmesini sağlar.
Milyonluk
Bebek (2004): Başarı senaryoları için biçilmiş kaftan spor
dalları. Bu dalların içerisinde en çok rağbet görense boks şüphesiz. Clint
Eastwood'un oldukça ses getiren filmi ‘Milyonluk Bebek' de bunlardan biri.
Başrollerde ise yine Clint Eastwood, Hillary Swank ve Morgan Freeman yer
alıyor. Hikâyeye kısaca değinelim dilerseniz. Frankie Dunn, müthiş dövüşçüler
yetiştirmiş bir boks antrenörüdür. Antrenörlüğün yanında yüreğini dağlayan bir
acısı vardır, kızından ayrı düşmüştür. Bu durum onu oldukça sert mizaçlı
yapmaktadır. Fakat bir gün Maggie Fitzgerald kapıdan içeri girer ve boks
öğrenmek istediğini söyler. İşte her şey o anda değişmiştir.
Cinderella
Man (2005): Başarı hikâyesi filmleri kategorisinin mutlaka zirvesinde
bulunması gereken bir Ron Howard şahanesi ‘Cinderella Man'. Dibe vurmuş bir
hayattan zirveye uzanan gayet gerçekçi bir metne sahip olan filmin
başrollerinde Russell Crowe, Renee Zellweger ve Paul Giamatti gibi isimler yer
alıyor. Film, 1920'li yılları Amerika'sındaki büyük buhranın izlerini çarpıcı
bir şekilde izleyiciye aktarıyor. Diğer yanda ise bu buhranın etkilerini sonuna
kadar yaşayan boksör Jim Braddock'un hikâyesi var. Filmi klasik boks
filmlerinden ayıran şey, arka planına bir dönemin tarihsel dokusunu enfes bir
şekilde yedirebilmesiydi. Filmin, izleyicinin gönlünde taht kurmasını sağlayan
en büyük artısıydı bu.
Ateş
Arabaları (1981): Yönetmen Hugh Hudson'ın 1924 Olimpiyatları'na
katılan iki İngiliz atletin hikâyesini anlattığı ‘Ateş Arabaları', birden fazla
ödüle layık görülmüş film. Mottosu ise ‘imkânsız diye bir şey yoktur'.
Atletizmi insanlara sevdiren film olarak da biliniyor. Konusu kısaca şöyle:
Harold Abrahams ve Eric Liddell iki atlettir. Biri Yahudi öbürüyse Hıristiyan'dır.
Biri Tanrı'nın yaptıkları her işte bir şekilde var olduğunu düşünmektedir,
diğeriyse spora olan tutkusunu kendini aşmak için bir mücadeleye
dönüştürmüştür. İkisinin de amacı tektir; 1924 Olimpiyatları'na katılmak ve
kazananlarla birlikte podyuma çıkabilmek. Sadece bir spor filmi olarak
adlandırılamayacak olan yapımın sınıfsal farklılıklara olan bakış açısı,
kendisini değerli kılan etkenlerden biri. Ayrıca günümüz olimpiyatlarının gayri
resmi tema müziğini de medyaya kazandırmıştır.
Yankeelerin
Gururu (1942): Bizler için pek tanıdık bir spor dalı değil
beyzbol fakat Amerika'da oldukça popüler. Beyzbolun efsane isimlerinden Lou
Gehrig'in hikâyesini anlatan filmin başrollerinde Gary Cooper ve Teresa Wright
yer alıyor. ‘The Pride of the Yankees', başarı hikâyesi filmlerinin de atası
sayılabilecek bir film . Genç yaşta ölen ve Amerika beyzbol tarihinin en önemli
isimlerinden olan Lou Gehrig'in kısa kariyerini son derece iyi bir şekilde
aktarıyor beyazperdeye Sam Wood. Sırf Gary Cooper'ın şahane oyunculuğu için
bile görülmeye değer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder