27 Temmuz 2015 Pazartesi

Dünyayı kurtarmalarına az kaldı



Süper kahraman filmleri beyazperdenin ve gişenin vazgeçilmez türlerinden. Onlardan biri olan Karınca Adam bu hafta vizyonda. Peki ya diğerleri ne alemde?

Sinemada en çok hayran kitlesine sahip olan tür hangisi diye soracak olsak alacağımız cevap süper kahraman filmleri olurdu herhalde. Öyle ya, hedef kitlesi hem küçükler hem de büyükler olan nadir türlerden biri. Önümüzdeki birkaç senenin takvimi de yavaş yavaş belli olmaya başladı. Bu hafta merakla beklenen 'Ant Man' (Karınca Adam) girdi vizyona, diğerleri içinse biraz daha süre gerekiyor. Yine de görmekte yarar var.



X-Men'in paltosundan çıkan Deadpool

Deadpool/Wade Wilson karakterini daha önceden 'X-Men Origins: Wolverine'de görmüştük. Ryan Reynolds'un canlandırdığı bu karakter oldukça sevilmişti. Buradan yola çıkarak Deadpool'a özel bir film çekilmeye karar verilmiş. Başrolde ise yine Ryan Reynolds var. Henüz hikâye tam olarak netlik kazanmasa da yönetmenin Tim Miller olacağı belli. Herhangi bir aksilik çıkmazsa vizyon tarihi 12 Şubat 2016 gibi görünüyor.


Kaptan Amerika Iron Men'le birlikte

Kaptan Amerika serisinin yeni filminde enteresan şeyler olacak gibi görünüyor. Filmin belki de en önemli özelliği Iron Men'in ilk kez 'Avengers'tan başka bir seride görünecek olması. Marvel âlemi bir iç savaşa sürükleniyor. Süper kahramanların akıbetlerinin ne olacağı meçhul. Chris Evans dördüncü defa Kaptan Amerika rolünü oynayacak. Ona Robert Downey Jr, Sebastian Stan ve Frank Grillo gibi isimler eşlik edecek. Yönetmen koltuğunda ise yeniden Russo Kardeşler olacak. Filmin gösterim tarihi ise 6 Mayıs 2016.


Kıyamet'e karşı birleşiyorlar

X-Men'in son filmini izleyenler hatırlayacaklardır. Film tam da piramitler inşa edilirken insanların ‘En Sabah Nur'a, diğer adıyla Kıyamet'e tapmaları esnasında bitmişti. Oldukça esrarengiz olan bu sahneden sonra izleyicinin merakı bir kat daha artmıştı. Orada gördüğümüz En Sabah Nur yeni filmin kötü karakteri olacak. Kahramanlarımız Nur'la mücadele edecekler. Bu arada film, 80'lerde geçecek. Yönetmen koltuğunda Bryan Singer var. Oyuncu kadrosuysa pek fazla değişmiyor. Michael Fassbender, James McAvoy, Jennifer Lawrence, Nicholas Hoult ve tabi ki Hugh Jackman yer alıyor. Filmin gösterim tarihi 27 Mayıs 2016.


Fantastik Dörtlü yeniden beyazperdede

En son 2005 yılında beyazperdede görebildiğimiz Fantastik Dörtlü yeniden izleyici karşısına çıkacak. Çok da bir vakit kalmadı. Gösterim tarihi 7 Ağustos 2015. Ancak bu sefer kadro baştan sona farklı. Josh Trank'in yönettiği filmin başrol oyuncuları Kate Mara, Miles Teller, Michael B. Jordan, Jamie Bell ve Tim Blake Nelson. Konu ise bilindik. Yeni bir üçleme ve her biri farklı yeteneklere sahip dört kahramanımız dünyayı Doktor Doom'dan korumaya çalışacaklar.


Böceklerle konuşan Karınca Adam

Marvel âleminin en sevilen süper kahramanlarından biri Karınca Adam. Yönetmen koltuğunda Peyton Reed'in oturduğu Karınca Adam'ın kadrosu da senaryosu da oldukça iddialı. Başrollerinde Paul Rudd, Michael Douglas, Evangeline Lilly ve Corey Stoll gibi isimlerin yer aldığı filmin iki ana karakteri var: Scott Lang ve Hank Pym. Kahramanlarımız dünyayı Karınca Adam'ın baş belası Yellowjacket'tan korumaya çalışıyorlar. Konusuna biraz değinelim. Biyokimya uzmanımız Dr. Hank Pym; alt atomik partiküller üzerinden ilginç bir formül geliştirir. Pym, cisimlerin boyutlarını değiştirebilen bu formülün denemelerini yapmaya başlar ancak işler pek de istediği gibi gitmez. Uygulama sırasında yaşadığı bir kaza sonucu yeni bir yetenek kazanır. Bundan böyle çevresindeki bütün böceklerle iletişim kurabilmekte hatta onları kontrol edebilmektedir.


Batman ve Superman işbirliği yapıyor

Önümüzdeki yılın belki de en çok beklenen filmi ‘Batman ve Superman'. Man of Steel'in devamı. Her ne kadar içinde Batman olsa da ana karakterimiz Superman. Yönetmen ilk filmdeki gibi Zack Snyder. Batman'i Ben Affleck Superman'i ise Henry Cavill canlandırıyor. Bu isimlerin de yanında Amy Adams, Diane Lane, Jesse Eisenberg, Jason Mamoa ve Jeremy Irons gibi yıldızlar geçidine de ev sahipliği yapıyor. Filmimizin kötü karakteri ise Lex Luthor. Tahmin edileceği üzere kahramanlarımız Batman ve Superman, Luthor ile mücadele edecekler. Filmin 25 Mart 2016'da vizyona girmesi bekleniyor. 



14 Temmuz 2015 Salı

Ara verdim yazmaya, hükümsüzdür!



Yazar Harper Lee, edebiyat dünyasında son günlerin en popüler isimlerinden. 55 yıl ara verdiği yazmaya yeniden döndü, yeni kitabı önümüzdeki günlerde raflarda olacak. Bu durumun tek örneği Lee mi peki? Bakalım başka hangi edebiyatçılar yazmaya uzun süre ara vermiş?


Her yazar aynı değil. Parmak izi gibi hepsinin üslubu, yazış biçimi ve edebiyat dünyasına kazandırdıkları eser sayısı farklı. Kimi bir kitapla noktalıyor yazarlık kariyerini kimi beşer-onar kitap bırakıyor ambarlarına. Fakat bir de yazdığı ilk eserden sonra uzun bir ara veren yazarlar var. Edebiyat dünyasının son günlerde adından sıkça söz ettiren ismi Harper Lee de bunlardan biri. Bundan tam 55 yıl önce neşredilen ve Pulitzer ödülü kazanarak kült kitaplar arasında yerini alan ‘Bülbülü Öldürmek', Lee'nin tek eseriydi. Şimdiyse yeni kitabını elimize almamıza sayılı günler kaldı. ‘Git Bir Gözcü Ayarla' adını verdiği kitap, daha çıkmadan tüm zamanların ön sipariş rekorunu kırmış durumda. Peki, Harper Lee gibi yazmaya uzun bir süre ara veren yazarlar var mı edebiyat tarihinde? Ya da bir yazar neden yazmaktan vazgeçer? Bir bakalım, ne var ne yok…



Yarım asırda tek kitap yazdı



Başka bir kitap yazmasa da sadece ‘Bülbülü Öldürmek' bile yeterdi insanların sevgisine mazhar olmaya. Lakin aradan geçen elli yıldan sonra yeni bir kitapla çıkıyor okuyucunun karşısına Harper Lee. 1960'ta ilk ve tek kitabını yazarken henüz 34 yaşındaydı. O zamanlar aslında kendisi de farkındaydı sık sık kitap yazamayacağının. Bir söyleşisinde “İkinci kitabınız yavaş mı ilerliyor?” diye sorulduğunda, “Yayımlandığını görecek kadar uzun yaşamayı umuyorum.” demişti. Ablası Alice ise onun bu durumu hakkında, “Bir kere doruğa ulaşmışsanız, artık yazmak konusunda ne hissedebilirsiniz? Kendinizle yarışıyormuşsunuz gibi gelmez mi?” diye konuşmuştu. Hasılı kelam sık sık yazmayan yazarlardan biridir Harper Lee. İkinci kitabı ‘Git Bir Gözcü Ayarla'nın raflarda yerini almasına ise az kaldı, bizden söylemesi.



‘Görünmez Adam'ın sessizliği…


Ralph Ellison deyince akıllara hemen tek romanı ‘Görünmez Adam' geliyor. 1952'de yayınlanan bu roman anında büyük yankı uyandırır ve çok satanlar listesinden uzun süre inmez. Umut vaat eden Ellison'dan doğal olarak insanlar bu güzel üslubunun devamını bekliyordur ama suskun yazarlar kervanına o da katılır. Destansı bir kitap yazmak için kırk yılını harcar. Son nefesini verdiğinde geriye iki bin sayfalık bir metin bırakır. Bu metin, yazmak istediği senfonik romanın metnidir fakat yayınlatmaya ömrü yetmez. Senfonik bir roman yazmak isteği müziğe olan ilgisinden kaynaklanmaktadır. Küçük yaşlarından itibaren müzikle iç içe olmuş, caz müziğinin zirve yaptığı dönemde yaşamış ve pek çok müzik aletini icra etmiş. Hasılı kelam kitabını basılı olarak görmeye ömrü yetmese de vefatından sonra bu romanı ‘Juneteenth' adıyla yayınlanmıştır.


Bir yazar niçin yazamaz?


Bir yazar için kenara çekilmek diye bir şey olabilir mi? Pek çok yazar işin başında böyle bir cümleyi elinin tersiyle iter fakat geleceğin ne getireceğini bilmek mümkün değildir. Yazdığı tek romandan başka kitap yazmayan Tillie Olsen de bunlardan biri. 1961'de yayınladığı ‘Bir Bilmece Sor Bana' ile nokta koydu yazarlık kariyerine. Zaten bu kitap da bir yazarın niçin yazamadığını, bunu da susturulmuş bir kadın yazar imgesi üzerinden yapan bir çalışmaydı. Bu kitaptan sonra da ‘yazamamak' üzerine bir akademik kariyer inşa etti adeta. Olsen, yazarın bu suskunluğunu, hayatının kitabı olabilecek bir eser için pusuya yatması olarak tanımladı. Ya da ortaya konulan iyi bir eserden sonra, gelecek eserin ilk kitabın kalitesine ulaşamayacağı korkusu… Bu mükemmeliyetçiliğin etkilediği yazarların sayısı hiç de az değil.



Moby Dick'ten sonra geçen 40 sessiz yıl


Hem küçüklere hem de büyüklere hitap eden eserler kaleme almak ender görülen bir yetenek olsa gerek. Çocukların yeni yeni oluşmaya başlayan idrakiyle yetişkinlerin alengirli düşünüş biçimini tatmin etmek çok da kolay değildir. Herman Melville'nin de böyle bir yönü var. Onu bizlere tanıtan en önemli eseri hangisi diye soracak olduğunuzdaysa karşınıza ‘Moby Dick'in gelmemesi imkânsız. Fakat bu kitabından sonra yazmaya uzun bir süre ara verir Melville. Hatta ara değildir bu, bildiğiniz noktayı koymuştur. Moby Dick'ten sonra yaşamının son kırk yılında hiçbir eser kaleme almaz.



Şair Valéry'nin şiarı: Her zaman yazabileceğimi hiçbir zaman yazmam


Paul Valéry'nin bu sözü bile yazma eylemine atfettiği önemi anlamamıza yeter sanırım. Bu sebeple olmalı ki Valery, yazmaya, araya vermeye uzun zaman dilimlerinde devam eder. Yirmili yaşlarının başında şiirler yayımlar. Üretken bir dönem geçirir. Fakat bu üretken dönemin ardından yazarlık ve şairlik dönemini yirmi yıllık bir suskunluk izleyecektir. Sonraları dostlarının zorlaması ve teşvikiyle yeniden şiire döner, kendisine ün getirecek üç cilt kitap yazar. Fakat daha sonra yeniden kalemi bırakır, ömrünün sonuna kadar bir daha da almaz.


13 Temmuz 2015 Pazartesi

Başarının yolu filmlerden geçer



‘Beyazperdede başarı hikâyeleri her zaman tutar' diye bir kural vardır ki pek de yanlış sayılmaz. Vizyona olan ‘McFarland, USA' da Amerika'nın en ücra taşralarından bir başarı öyküsü aktarıyor izleyiciye. Peki, sinemanın kült başarı hikâyelerinde en başı hangi filmler çekiyor?


Beyazperdenin büyüsü diye bir şey var ki bu inkâr edebileceğimiz bir şey değil. Bazı filmler izleyiciyi depresif yapar, bazıları duygulandırır, bazı filmler güldürür bazıları ise izleyiciye güç ve moral verir. Filmde anlatılan bir başarı hikâyesi, pek çok zorluğa göğüs geren ve yılmayan bir karakterin varlığı, izleyiciyi de güçlendirir. Bundan dolayıdır ki sağlam bir zemine oturtulmuş başarı hikâyesi anlatan filmlerin hemen hemen hepsi tutar. Bu hafta vizyonda yine bir başarı hikâyesi var. Başrolünü Kevin Costner'ın üstlendiği ‘McFarland, USA' filminin öyküsü, McFarland Lise takımının 1987 yılında katıldığı şampiyonaların gerçek hikâyesinden oluşuyor. Bazı problemlerle boğuşmakta olan koç Jim White'ın, California'nın fakir bölgelerinden olan McFarland'a yerleşmesi ve buradaki öğrencileri bir turnuvaya hazırlaması üzerinden yükselen bir başarı hikâyesi anlatıyor film. Bu filmin hatrına beyazperdenin hem kült hem de pek bilinmeyen başarı hikâyelerine bir bakalım.
 
Şampiyon (2010): Başarı senaryolarının başkahramanı olabiliyor bazı hayvanlar. Buna en müsait olanı ise atlar oluyor çoğu zaman ki bu filmin başkahramanı da bir at. Başrollerini Diane Lane ve John Malkovich'in paylaştığı filmin konusu ise izleyicinin ilgisini oldukça çekmişti zamanında. Bir anne ve aynı zamanda ev hanımı olan Chenery, at yarışları hakkında pek de fazla bir şey bilmez. Fakat babasının atlara büyük bir ilgisi vardır. Babası hastalanır ve bu ahırların yönetimini mecburen üstüne alır. Yaşadığı tecrübesizlik ve olumsuzluklara rağmen o, atlarda farklı bir şey bulmuştur. Yardımcısı ve atların eğitmeni Laurin'in de desteğiyle bu işe ciddi şekilde eğilir ve erkek egemenliğindeki bu spor dalında büyük başarılar elde eder. Tabii ki bu başarıların meydana gelmesinde hikâyemizin asıl kahramanı olan atımız başrole sahip.

Sol Ayağım (1989): Bir insan doğuştan engelli olarak doğsa da o engeli aşmanın mutlaka ama mutlaka bir yolu vardır. Filmin temel mesajını özetlemek gerekseydi o cümle bu cümle olurdu herhalde. İmkânsızın da mümkün olabileceğini izleyiciye aktaran ve aynı adlı romandan uyarlanmış kült bir film ‘Sol Ayağım'. Başrolü ise bu filmdeki rolüyle Oscar ödülü kazanan Daniel Day-Lewis üstleniyor. Performansını ise konuşmaya gerek yok, her şey ortada. Biraz da filmin konusuna değinelim. Christy Brown, beyin felçli olarak dünyaya gelir ve hiçbir zaman hareketlerini kontrol altında tutamaz. Bütün yaşamı tekerlekli sandalyeye mahkûmdur. Bir gün sol ayağının bu felçten etkilenmediğini keşfeder ve sadece bu sol ayağıyla hayata tutunur. Hatta öyle ki sadece sol ayağını kullanarak romanlar ve şiirler yazar. Yazdıkları öyle eften püften şeyler değildir. Bu eserler onun, İrlanda edebiyatının saygın isimleri arasına girmesini sağlar.

Milyonluk Bebek (2004): Başarı senaryoları için biçilmiş kaftan spor dalları. Bu dalların içerisinde en çok rağbet görense boks şüphesiz. Clint Eastwood'un oldukça ses getiren filmi ‘Milyonluk Bebek' de bunlardan biri. Başrollerde ise yine Clint Eastwood, Hillary Swank ve Morgan Freeman yer alıyor. Hikâyeye kısaca değinelim dilerseniz. Frankie Dunn, müthiş dövüşçüler yetiştirmiş bir boks antrenörüdür. Antrenörlüğün yanında yüreğini dağlayan bir acısı vardır, kızından ayrı düşmüştür. Bu durum onu oldukça sert mizaçlı yapmaktadır. Fakat bir gün Maggie Fitzgerald kapıdan içeri girer ve boks öğrenmek istediğini söyler. İşte her şey o anda değişmiştir.

Cinderella Man (2005): Başarı hikâyesi filmleri kategorisinin mutlaka zirvesinde bulunması gereken bir Ron Howard şahanesi ‘Cinderella Man'. Dibe vurmuş bir hayattan zirveye uzanan gayet gerçekçi bir metne sahip olan filmin başrollerinde Russell Crowe, Renee Zellweger ve Paul Giamatti gibi isimler yer alıyor. Film, 1920'li yılları Amerika'sındaki büyük buhranın izlerini çarpıcı bir şekilde izleyiciye aktarıyor. Diğer yanda ise bu buhranın etkilerini sonuna kadar yaşayan boksör Jim Braddock'un hikâyesi var. Filmi klasik boks filmlerinden ayıran şey, arka planına bir dönemin tarihsel dokusunu enfes bir şekilde yedirebilmesiydi. Filmin, izleyicinin gönlünde taht kurmasını sağlayan en büyük artısıydı bu.

Ateş Arabaları (1981): Yönetmen Hugh Hudson'ın 1924 Olimpiyatları'na katılan iki İngiliz atletin hikâyesini anlattığı ‘Ateş Arabaları', birden fazla ödüle layık görülmüş film. Mottosu ise ‘imkânsız diye bir şey yoktur'. Atletizmi insanlara sevdiren film olarak da biliniyor. Konusu kısaca şöyle: Harold Abrahams ve Eric Liddell iki atlettir. Biri Yahudi öbürüyse Hıristiyan'dır. Biri Tanrı'nın yaptıkları her işte bir şekilde var olduğunu düşünmektedir, diğeriyse spora olan tutkusunu kendini aşmak için bir mücadeleye dönüştürmüştür. İkisinin de amacı tektir; 1924 Olimpiyatları'na katılmak ve kazananlarla birlikte podyuma çıkabilmek. Sadece bir spor filmi olarak adlandırılamayacak olan yapımın sınıfsal farklılıklara olan bakış açısı, kendisini değerli kılan etkenlerden biri. Ayrıca günümüz olimpiyatlarının gayri resmi tema müziğini de medyaya kazandırmıştır.

Yankeelerin Gururu (1942): Bizler için pek tanıdık bir spor dalı değil beyzbol fakat Amerika'da oldukça popüler. Beyzbolun efsane isimlerinden Lou Gehrig'in hikâyesini anlatan filmin başrollerinde Gary Cooper ve Teresa Wright yer alıyor. ‘The Pride of the Yankees', başarı hikâyesi filmlerinin de atası sayılabilecek bir film . Genç yaşta ölen ve Amerika beyzbol tarihinin en önemli isimlerinden olan Lou Gehrig'in kısa kariyerini son derece iyi bir şekilde aktarıyor beyazperdeye Sam Wood. Sırf Gary Cooper'ın şahane oyunculuğu için bile görülmeye değer.



8 Temmuz 2015 Çarşamba

Notaların efendisine elveda...



Eserlerinin tamamını buraya yazmaya kalkışsak satırlar yetmez. Nice filme notalarıyla yaptığı tatlı dokunuşlarla gönlümüzde epey yer eden biri James Horner. Geçtiğimiz günlerde geçirdiği bir kaza sonucu aramızdan ayrıldı. Oysa daha besteleriyle şenlendireceği ne çok film vardı…  


Pek çok müzik dehası gibi o da küçük yaşlarda başladı müzikle hemhal olmaya. Evet, James Horner'dan bahsediyoruz. Daha beş yaşındayken piyano çalıyordu. Yetmedi, büyüdüğünde hayatını notaların şekillendirmesini istiyordu. Londra'daki Royal College of Music'te eğitim gördü. İşin teorisi ve akademik tarafından da eksik kalmadı. Yine bu alanda yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Buraya yazsak satırların yetmeyeceği kadar çok filme beste yaptı. Beste yaptığı her filme de başka başka anlamlar kattı. Oscar dâhil toplam 32 ödülü evine götürdü. Lakin ömrün de bir sonu var. James Horner, geçtiğimiz hafta tek kişilik uçağını kullanırken, Kaliforniya'da yaşadığı kaza sonucu 61 yaşında hayatını kaybetti. Ölümünün ardından kendisine, yine kendisinin bestelediği iyi işleri yollayalım. Mesela Titanik filmindeki ‘Hymn to the Sea' ya da Cesur Yürek'teki ‘Freedom' parçaları… Bunları dinleyip de hangimiz duygulanmadık, gözyaşı akıtmadık beyazperde karşısında. Yazacağı daha pek çok nota ve yapacağı pek çok beste varken aramızdan ayrılan James Roy Horner'ı yine kendisinin bestelerini dinleyerek anıyoruz, uğurluyoruz… Ola ki hatırlamayanlar olmuştur, işte onlar için Horner'ın en iyi besteleri…


Cesur Yürek, ‘Freedom' (1995)

Ah ah, William Wallace'ın işkence gördüğü esnada ‘özgürlük' nidalarını ve bu nidalara eşlik eden ‘Freedom' parçasını kim unutabilir. Elbette ki bu parçanın altında da James Horner'ın imzası var. Kariyerindeki en önemli iki işten biri Cesur Yürek filmi. Biz de bu filmde, Horner'ın kalbinin derinliklerinden süzerek damıttığı notalara kulak kabartırız.




Avatar, ‘Becoming One Of The People' (2009) 

Titanik'ten uzun yıllar sonra Horner'ın James Cameron ile bir araya gelmesi, 2009 yılındaki gişe canavarı Avatar'a kısmet olacaktı. 3D filmleri furyasını başlatan film, dünya çapında inanılmaz bir hasılat rakamına sahip oldu. Tabii ki filmin arka planı, Horner'ın notalarıyla bezeliydi.




Truva, ‘Troy' (2004)

Her ne kadar Truva'nın müziklerini yapması biraz aceleye gelse de yine de Horner'ın iyi bir iş çıkardığını belirtmemiz gerek. Tarihsel motiflerle bezeli bir filmin parçalarını yapmak, o dönemleri iyi bir şekilde tahlil etmekten geçiyordu ki, Horner bu işi gayet iyi bir şekilde kotarmıştı. 




Titanik, ‘My Heart Will Go On' (1997)

Titanik'i Titanik yapan şeylerin başında gelir Horner'ın meşhur ‘My Heart Will Go On' bestesi. Hem bu filmdeki besteleri hem de soundtrack parçasıyla iki ödül birden kazanmıştı. İzleyicilerin filmdeki halet-i ruhiyesini değiştiren en önemli etkenlerden biriydi müzikler ve filmin yönetmeni James Cameron, Horner'a ne kadar teşekkür etse az...




Apollo 13, ‘Dark Side of the Moon' (1995)

Uzaya ve uzaylılara duyulan ilginin had safhada olduğu dönemler ve o dönemin en meşhur filmlerinden biri Apollo 13. Arka planda ise çok iyi bir atmosferin meydana getirilmesini sağlayan Horner'ın besteleri. Daha ne olsun...




Akıl Oyunları, ‘A Kaleidoscope of Mathematics' (2001) 

Russell Crowe'un başrolde harikalar oluşturduğu ‘Akıl Oyunları' iyi bir film olmanın ötesinde, izleyiciyi sonuna kadar içine alan bir atmosfere de sahipti. Söz konusu atmosferin izleyiciye aktarılmasındaki başarının arkasında şüphesiz filmin müziklerinin payı vardı. Bu sebeple Horner'ın bestelerinin payını küçümsemek hiç de adil olmaz.




Yaratık, ‘Futile Escape' (1986)

Yine bir James Cameron filmi ve yine James Horner. Pek çok yönetmenin uzun yıllar birlikte çalıştığı ve asla vazgeçemediği isimler vardır ya, Horner da Cameron için aynı şeyi ifade ediyor aslında. Bir korku filmini, yerinde müziklerle nasıl daha iyi bir korku filmi yapılabileceğinin göstergesiydi.




Bir Amerikan Masalı, ‘Somewhere Out There' (1986)  

Horner'ın nadir de olsa animasyon dünyasına adım atmasının bir örneği ‘Bir Amerikan Masalı'. Müzikleriyle filme tatlı bir dokunuş sağlayan Horner, hem küçük hem de büyük izleyiciye hitap eden notalarla filmi başka bir diyara götürmüş adeta.