6 Ekim 2015 Salı

Yazarlar da hasta olur




Raflardan eksik etmediğimiz kitapların yazarları, sadece eserleriyle cezbetmiyor ilgimizi. Yaşamları, mutlulukları, mutsuzlukları, yedikleri ve içtikleriyle de hep merak ederiz nasıl bir hayat sürdüklerini. Pek aklımıza getirmeyiz ama bir de kronik hastalıkları var. William Shakespeare'den James Joyce'a, Herman Melville'den George Orwell'a kadar pek çok yazar, ömrü boyunca birçok hastalıktan muzdarip bir şekilde hayatını sürdürmüş.


Bu hastalıklar ve takıntılar kalemlerini etkilemiş, belki de kendilerine has üslubun gelişmesinde pay sahibi olmuş. Kimi ömrü boyunca tüberküloza maruz kalmış, kimi depresyona tamah etmiş, kimi de takıntılarla hayatını geçirmek zorunda kalmış. Anlayacağınız neredeyse hiçbiri normal ve sıradan bir hayat geçirmemiş. Tam da buradan yola çıkan yazar John J. Ross, “Shakespeare'in Titremesi Orwell'in Öksürüğü” adlı çalışmasında, tarihe mal olmuş edebiyatçıların hastalıklarına odaklanıyor. Aynı zamanda bir hekim, dahiliye ve enfeksiyon hastalıkları uzmanı, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi Kanadalı Ross, kitaptaki isimlerin hastalıklarını yer yer kurmaca şeklinde hikâye ederek okuyucu için hem rahat bir dil sağlıyor hem de meraklarını cezbediyor. Bakalım büyük yazarlar, hangi hastalıklarla baş etmek zorunda kalmış...


Titrek el yazılı Shakespeare


Üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ diri, hâlâ kült, hâlâ meşhur Shakespeare'in ismi ve eserleri. Kendisine pek çok hastalık atfedilmesine rağmen ayakları yere basan bir tahmin yürütebileceğimiz vaka titrek bir el yazısına sahip olması. Shakespeare'in elyazmalarına bakan herkes, titrek el yazısını hemen fark edecektir.  Bu titrek el yazısını parkinson hastalığına bağlayanlar olduğu gibi, yazar John J. Ross, parkinsonlu hastaların el yazılarının minicik olduğunu fakat Shakespeare'in el yazısının normal boyutlarda olduğunu belirtiyor. Shakespeare ile adı anılan bir diğer hastalık da frengi. Eserlerinde bolca geçiyor bu hastalık ve kendisinin hastalık üzerinde bu denli çok durmasını, yazarın da frengiden muzdarip olduğuna bağlayanlar var. Kesin bir kanıt olmasa da ihtimaller dahilinde olduğunu belirtmekle yetinelim.


Tökezlemeden yürüyemeyen Swift


Jonathan Swift de birtakım hastalıkların yazarlığını etkilediği isimler arasında yer alıyor. Hatta o kadar etkiliyor ki bakın George Orwell, onun için neler söylüyor: “Hasta bir yazardır. Çoğu insanda yalnızca aralıklarla görülen depresif ruh halinden hiç çıkmıyordu; daha çok karamsarlıktan ya da grip sonrası etkilerinden mustarip biri kitap yazmaya kalkmış gibi… Yine de ilginçtir ki pek az çekinceyle en çok hayranlık duyduğum yazarlardan biridir ve hele ki Gulliver'in Gezileri sıkılmamın imkânsız olduğu bir kitaptır.” Swift'in hastalığının muhtemelen Ménière hastalığı olduğunu söylüyor John J. Ross. Baş dönmesi atağına sürekli maruz kalmış ve düz yolda yürüyemez hale gelmiş. İlk başlarda bu durumu çok fazla elma yemesine bağlamış Swift. Ağzından aktaracak olursak, “Bu sersemliği bir oturuşta yüz tane golden elma yemeye borçluyum.” diyormuş. Fakat sonradan bu durumun elmadan kaynaklanmadığı anlaşılmış. Bir iç kulak hastalığı olan Ménière, yazım yaşamını da olumsuz etkilemiş uzun bir süre.


Meşhur öksürük nöbetleri ve Orwell


Distopya denince akla ilk gelen isimlerden biri George Orwell. Onun muzdarip olduğu hastalıkların başında ise zatürre ve tüberküloz geliyor. Çocukluğunda pek de iyi olmayan sağlığı, yetişkinliğinde de aynıymış. 1.90 metre boyu olmasına rağmen kilosu 77'yi hiç geçmemiş. Sürekli hırıltılı bir öksürüğü varmış. Kanlı öksürük nöbetleri geçirirmiş. Hayatının son dönemlerinde tüberküloz daha baskın hale gelmiş. Aşırı derecede kilo kaybı yaşamış ve bu durum yazı hayatını oldukça fazla etkilemiş. Sonunda hastalığa daha fazla dayanamamış ve tüberküloza yenilmiş, hem de fiziki olarak ağır bedeller ödeyerek. Orwell'ın yaşamına baktığınızda gördüğünüz tek renk siyah olur. Belki de ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört' kitabındaki kasvetli ve karanlık hava, bizzat kendi hayatından geliyordur, kim bilir…


Dönemin hastalığı tüberküloz ve Brontë kardeşler


Brontë kardeşler, edebiyat dünyası için oldukça önem atfedilen yazarlar arasında yer alıyor. İki kardeşin birden yazın dünyasında bu kadar meşhur olması çok fazla karşılaşılan bir durum değil zaten. Fakat muzdarip oldukları, hatta hayatlarını kaybetmelerine sebep olan hastalık, dönemin en çok can alan rahatsızlıklarından biri olan tüberkülozdu. İngiltere, o zamanlar küreselleşen bir tüberküloz salgınının merkez üssüydü. Ross'a göre doruk noktasına ulaştığı 1800 yılında, tüberküloz, her yıl İngiltere nüfusunun yaklaşık yüzde birini öldürdü. Lakin Brontë kardeşlerin karşı karşıya olduğu hastalık sadece bu değil. Ross'a göre duygu bozukluğu ve Asperger sendromuna yakın bir haleti ruhiyeye sahip olmaları, eserlerini olumsuz değil, olumlu manada etkilemiş. Yaratıcılık ve takıntılı bir çalışma ahlâkı, edebiyatta başarılı olmalarını sağlamış.


Aşırı stres, bipolar ve Melville


1859 yılında Herman Melville'nin komşusu olan Sarah Morewood, yazar hakkında şunları dile getirir: “Herman Melville iyi değil. Ona huysuz demeyin, o hasta.” Geçip giden yılların getirisi, Melville için pek çok zaman stres oldu. Babasının ölümü, ailesinin servetinin çöküşü ve benzeri etkenlerin üzerinden gelmesi meşhur yazar için kolay olmamakla birlikte edebî yönünü her zaman beslediğini söylemek mümkün. Bir yandan da ruhsal buhranların üstesinden gelmeye çalıştı Melville. Karanlık depresyonları, bipolar bozukluğu için bir faktör yazar Ross'a göre. Ki Melville'nin yazdıkları, Moby Dick'in açılışındaki depresyon ve intihar imalarında da bu durumun izlerini görüyoruz. Fakat ilerleyen dönemlerde, özellikle ‘Billy Bud' isimli eserini kaleme almasından sonra hastalığı aşma yönünde bir hayli çaba sarf etmiş Melville. Yazılanlara bakıldığında da epey yol almış görünüyor.


Sorunlu gözler ve Joyce


Hayatı tek bir hastalığın esaretinde geçen yazarlardan biri James Joyce. Yüzlerce yıldır bitmeyen belsoğukluğu hastalığına yakalanır. Tedavi için elinden geleni yapar fakat maalesef tam anlamıyla bir çare bulunmaz. Birçok ameliyat geçirir, farklı yöntemlere başvurur lakin sonunda elde ettiği görme yetisini neredeyse tamamen yitirir. Böyle bir hastalığın sonucu olarak yaşamının sonuna doğru ağır bir depresyon geçirir, bir yandan da göz sorunu büyümektedir. John J. Ross, bu konuda şunları söyler: “Birkaç glokom atağı geçirdi; sokağın ortasında geçirdiği bir tanesi öyle ani ve şiddetliydi ki, acıdan gözü dönmüş bir halde göz doktorunu baskıyı azaltsın diye irisin bir kısmını kesip almaya zorladı.” Joyce'un görme yetisi azaldıkça işitme duyusu keskinleşir ama depresyon ve takıntı, hayatı boyunca baki kalır. Ölmesi ise, yine acı nöbetleri içinde olacaktır.


2 Ekim 2015 Cuma

Tatil aşkıyla yollara düşüren filmler



Her ne kadar yaz aylarının sonuna doğru yaklaşsak da içimizdeki tatil aşkı bitmek bilmiyor. Tatile gitmiş olun ya da olmayın, işte içinizde yola çıkmak için ufak da olsa bir kıvılcım çaktıracak filmler…



‘Ah, bir tatile bile çıkamadım bu yaz' diyenlerdenseniz üzülmeyin. Kendinizi yollara atamasanız da bir nebze olsun tatil ihtiyacınızı tatmin edecek filmler mevcut. Belki de sadece tatmin olmakla yetinmeyecek, kalbinizde çakan bir şimşekle kendinizi tatil planı yaparken bulacaksınız, kim bilir. Sinemalarda gösterimde olan ‘Tatil Zamanı' da bir nebze olsun tatil hasretinizi giderecek cinsten. Komedi ve tatil temalarını harmanlayan film, 1983 yapımı ‘Sevimli Aile Tatilde'nin yeniden çevrimi. Başrollerinde Ed Helms, Christina Applegat, Leslie Mann ve Chevy Chase'in yer aldığı film, Griswold ailesinin ülkeyi baştan başa turlayarak Amerika'nın en önemli eğlence parkı olan Walley World'e doğru yola koyulmalarını konu alıyor. Biz de vizyonda olan ‘Tatil Zamanı' filmini fırsat bilip kalbe dokunan ve insanı mutlu eden tatil ve yol filmlerini derledik, bir göz atın bizce.




Sean Penn'in yönetmenlik koltuğuna oturduğu ve kült hale gelen filmi ‘Özgürlük Yolu', gerçek bir hikâyeye dayanıyor. İzleyiciyi bu kadar etkilemesinin sebebi de biraz buradan geliyor herhalde. Christopher McCandless üniversiteden mezun olduktan hemen sonra yapmak zorunda olduğu sorumlulukları yerine getirmek istemez. Sahip olduğu bütün parasını yakar ve Alaska'da doğa ile bire bir yaşamak için yola koyulur. Bu yolculuk boyunca pek çok badireler atlatır, farklı yaşanmışlıklara şahitlik eder. Doğayı kendine ev edinir. Yerinde bir kapitalizm eleştirisi de barındıran filmi değerli kılan bir diğer faktör de müzikleri ve Eddie Vedder imzası taşıyor.



Bir araba, iki kadın ve yapılacak yüzlerce kilometre… İnsanı arabaya atlayıp kendini otobana bırakmaya zorlayan filmlerden biri ‘Thelma ve Louise'. Konusu ise şöyle: Erkek arkadaşından bıkan Arkansaslı garson Louise, anlayışsız kocasıyla birlikte sıkıcı bir hayat yaşayan arkadaşı Thelma'nın aklını çeler. Şahane bir araba yolculuğu ve maceralar kendilerini beklemektedir. Ridley Scott'ın yönetmenliğindeki yapım, oldukça fazla hayrana da sahip oldu kısa sürede.



İngiliz komedyen Rowan Atkinson'ın bir zamanlar oldukça ilgi çeken karakteri Mr. Bean. Ve onun sinemaya uyarlanan ikinci filmi ise yol ve tatil temaları üzerine kurulu. Hem yol hem tatil hem de komedi ögelerini harmanlayan yapım, izleyiciye güzel bir iki saat vaat ediyor. Kahramanımız Mr. Bean, yeni macerasında Fransız Riviera'sına tatile gider. Amacı tatilini yaparken bir yandan da film çekmektir fakat başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmez. Talihsizlikler birbirini kovalar. Ortaya da güneşli ve rengarenk bir film çıkar.



Biraz da eskilere gidelim. Mesela 1953 yılına. Usta yönetmen William Wyler'ın imzasını taşıyan ‘Roma Tatili', başrollerinde Audrey Hepburn ve Gregory Peck gibi isimleri de aynı yapım altında buluşturan bir tatil filmi. Bir prenses olan Ann, saray protokollerine göre yaşamak zorundadır. Avrupa turunun bir durağı olan Roma'ya geldiğinde sıkıldığı bu tempodan kurtulmak ister ve bir gece kimseye haber vermeden saraydan kaçar. Sonrasında başına gelenlerse hem komik hem de oldukça romantik.



Klasik bir yol filminden oldukça farklı ‘Küs Kardeşler Limited Şirketi'. Bir kere yönetmen Wes Anderson. Sıradan üslupla bir film ortaya koyması beklenemez. Birbirine yabancı üç kardeşin babalarının ölümünün ardından Hindistan'a bir tren turuna çıkmalarını anlatıyor film. Başlarına gelen trajikomik ve marjinal şeyleri filmi daha da orijinal kılıyor. Yolculuk sonucunda üç kardeşin aralarındaki bağın nasıl değiştiğine biz de şahitlik ediyoruz. Yolculuk her yarayı iyileştirir zaten değil mi?



Tatlı bir aile Hoover ailesi. Film de, hem sıcak bir aile hem de eğlenceli bir yol filmi. Bir Wolkswagen minibüse doluşup ailelerinin en küçük üyesinin hayalini gerçekleştirmek için California'ya doğru yola çıkmalarını konu alıyor film. Üç gün süren yolculuk boyunca neler oluyor neler… Sürprizlere açık olun; aile fertlerinin bile hayal edemeyeceği bir sona sahip yapım. Hem sıcak bir aile filmi izleyeyim hem de yolculuklarına şahitlik edeyim diyorsanız Küçük Gün Işığım tam size göre.



Tatil filmlerinin ve yol komedisinin atalarından. Başrolde ise bir devrin en komik adamlarından olan Chevy Chase var. Chicago banliyösünde yaşayan Griswold ailesi tatil için Walley World isimli eğlence parkına gitmeye karar verir. Lakin burası Los Angeles'ta yer almaktadır ve ufukta epey bir yol görünür. Yolda kuzenlerine uğrarlar, yaşlı bir bayanı arabalarına alırlar, o bayan ölür falan filan… Yol ve durum komedisine örnek olan bu yapımı izledikten sonra ne dert kalır ne keder.




Che Guevara ile arkadaşı Alberto Granado'nun ilgi çekici ve bir o kadar heyecanlı yol hikâyesini beyazperdeye taşıyan film, türünün değerli örneklerinden. Yaptıkları motosiklet yolculuğuyla Latin Amerika'nın gerçekleriyle yüzleşirler. Bildiklerinden çok farklı bir Latin Amerika bulurlar karşılarında. Yolculuk sonunda edindikleri tecrübe ise kendi geleceklerini şekillendirecektir.




2000'li yılların başında, Leonardo Di Caprio'yu daha toyluk çağında gördüğümüz ‘Kumsal', tabiri caizse insanın içini ısıtan cinsten. Amerikalı genç Richard'ı oynayan Di Caprio, macera arayışı içerisinde Tayland'a gelir. Varoluşsal bir arayış onu bu diyara getirmiştir. Bangkok'taki otelde bir Fransız çifti olan Etienne ve Franco ise ile yaşlı gezgin Daffy ile tanışır. Daffy, ona gizli bir adadan bahseder ve olaylar bundan sonra gelişir. Gözün gönlün masmavi denizlerle açılacağı film, tatile gidemeyenlere ilaç gibi gelecek.



Fatih Akın'ın damakta enfes bir tat bırakan, romantizm ile yol filmini harmanlayan yapımı Temmuz'da, türünün arkada kalmış ama nev'işahsına münhasır filmlerinden. Yalnız ve genç öğretmen Daniel'ın Juli ile tanışmasından sonra neler olduğunu anlatıyor film. Juli ilk görüşte âşık olduğu Daniel'in falına bakar ve Daniel'in çok kısa zamanda hayatının aşkını bulacağına ikna eder. Lakin işler Juli'nin planladığı gibi yürümez ve Daniel bir Türk kızı olan Melek'e âşık olur. Kahramanımız, Melek'in peşinden gerçek aşkı bulmak üzere İstanbul'a gider fakat Juli de daima Daniel'in peşindedir. Hikâyenin sonunun İstanbul'da gerçekleştiği film, enfes bir yol yapımı. Umutsuz romantikleri de es geçmeyelim.