21 Ocak 2015 Çarşamba

Beşiktaş'a gönül veriyorsan acı çekmekten zevk alman lazım!



Son yıllarda neredeyse oynadığı her karakterle izleyicinin kalbinde yer etti Zafer Algöz. Kendisinin iki büyük tutkusu var şu hayatta. Biri mesleği olan oyunculuk, diğeriyse ‘kara sevdası’ Beşiktaş. Oyunculuğa başladığı günlerden Cem Yılmaz’a, büyük aşkı Beşiktaş’tan Süper Lig’e kadar diyeceği pek çok şey olan usta oyuncu hakemlerden epey bir dertli.



Ne yapıyorsunuz şu an?

Yeni bir sinema filmine hazırlanıyoruz. Yine Cem Yılmaz’la beraber. Mart ayının sonlarında başlayacağız çekimlere. Hazırlık aşamasındayız şimdi. Hikâye aşağı yukarı belli. ‘Beni Böyle Sev’ dizisinde de devam ediyorum. Arada da acaba tiyatro yapabilir miyim diyerek tiyatro projesi arıyorum.

Hokkabaz ve G.O.R.A haricinde Cem Yılmaz’ın bütün filmlerinde yer aldınız. Aranız iyi mi?

Gayet iyi. Çok sevdiğim ve kıymet verdiğim bir kişi kendisi.

Nasıl Cem Yılmaz ile çalışmak?

Nefis bir şey çünkü bence Türkiye’nin bir numarası Cem Yılmaz. Yapmış olduğu işlerin hepsinde rakipsiz. Senaryo yazma konusunda da çok kıymetli. Bir filmi tasarlarken insanların kostümünden takacağı aksesuara kadar detaylara önem veren ve işinde son derece titiz bir insan. Onunla çalışmak benim için çok büyük bir gurur. Her oyuncuya da nasip olmasını isterim.

Pek Yakında filminde canlandırdığınız Ahben karakteri de çok sevildi. Hatta geçenlerde bir yorum okudum, “Cem Yılmaz filmleri artık Cem Yılmaz’sız bile olur ama Zafer abisiz olmaz.” diyorlar.

(Gülüşmeler) Sağ olsunlar. Ama işte bir rolü güzelleştiren de senaryo aslında. Eğer güzel bir senaryo olmazsa oyuncu orada ne yapabilir ki? At ve jokey ilişkisi gibi. Çok iyi yazılması lazım. Oyuncu da o rolün üstesinden iyi bir şekilde gelebiliyorsa işte o zaman çok güzel bir şey çıkıyor ortaya. Cem de yazdığı rolü kimin oynayacağını ve kapasitesini bildiği için ona göre yazıyor. E bizim de aramızda çok güzel bir ilişki gelişti. Herkes birbirinin rollerine katkı yapıyor. Ozan’ın, Cem’in, Özkan abinin rolü hakkında da fikir beyan edebiliyorum.

Ego falan devreye giriyor mu hiç?

Yok canım, bizim aramızda ego falan olmaz hiç. Bunu söylesem arkadaşım alınır mı, küser mi gibi şeyler yok aramızda. İyi bir şey yapmak istiyorsanız biraz da mükemmeliyetçi davranmak lazım. Biz eğer birbirimize karşı olumsuz şeyleri söyleyemeyeceksek o zaman yapmış olduğunuz işin bir kıymeti yok.

Cem Yılmaz ne zaman film çekse ardından hemen senaryo çalma muhabbeti de çıkıyor bir yerlerden. Çekemiyorlar mı Yılmaz’ı?

Hayatında oturup bir mektup yazmamış adam bile benim senaryomu çaldılar diyor. Ne senaryosu, sen bir tane A4 kâğıda dilekçe yazamazsın. Pek Yakında filmi için de aynı söylentiler çıktı. Yahu biz bu filmin senaryosunu aylarca çalıştık. Her çalışmamızda bir şeyler ekleyip çıkardık. Hatta iş öyle bir aşamaya geldi ki, sonunda Yavuz Turgul ve Şener abiyi bile çağırdık. Onlarla oturup senaryonun üzerine konuştuk, fikir aldık. Sağ olsunlar, bizlere olumlu-olumsuz düşüncelerini söylediler.

HER ŞEY KEMAL ABİNİN BİR ŞAKASIYMIŞ


İlk diziniz ‘Saygılar Bizden’de Kemal Sunal ile birlikte rol almıştınız öyle değil mi?

Hayatımda yaptığım ilk televizyon dizisiydi. Rahmetli Kemal abinin de ilk televizyon dizisiymiş o. Sadece Kemal abi değil, başka çok önemli oyuncular da gelip çalıştılar orada. Yönetmen de Zeki Ökten’di zaten. İki   yakın beraber çalıştık ama o iki ayda Kemal abiden çok büyük yakınlık ve abilik gördüm. İki yılda görebileceğim eğitimi iki ayda aldım ondan.

Unutamadığınız bir anınız oldu mu kendisiyle?

Olmaz olur mu hiç. Orhan Çağman vardı o zaman. Bizimkiler dizisinden hatırlarsın, ailenin reisi, yargıç olan hani. Yapı itibarıyla büyüklerine her zaman saygılı olan bir insanım. Orhan abi de yaşı itibarıyla hürmet gösterdiğim bir insandı ama her zaman beni tersliyordu. Arada bir bana laf çakıyordu. Ben de ‘adam beni sevmedi’ herhalde diye düşünüyordum. Bir gün sette fikrimi almak için bana da bir şey sordular, ben de cevap verdim. Ardından Orhan abi köpürdü, ‘Herkes oyuncu olmaya başladı, önüne gelen konuşuyor’ diye. Ben çok bozuldum tabii. Sonra Kemal abi güle güle dışarı çıktı. Çağırdı beni, ‘Sen dedeye bozulma, seni galerici zannediyor’ dedi.


Nasıl?..

Sette ilk gün görmüş beni Orhan abi. Sormuş, kim bu diye? Kemal abi de demiş ki, bunun oto galerisi var. Güya Zeki Ökten’e demişim ki beni star yap, sana son model arabalar alacağım. Böyle bir oyun yapmış Orhan abiye. Ara sıra yanıma gelirdi Orhan abi, işte BMW’nin şu modeli kaç lira, şu araba ne kadar diye sorular sorardı (gülüşmeler).

Hayat yoruyor mu sizi?

Yormaz olur mu, İstanbul yoruyor insanı. Burayı bir kent olarak değil, ülke olarak görmek lazım. Yağmurda karda hayatın hemen felç olduğu bir ülke. Her yer dağ taş inşaat. Kısacası hayat değil, İstanbul yoruyor beni. Tamam, dünyanın en güzel şehri belki ama insanın hayatını kolaylaştıracak altyapı ne yazık ki çok eksik İstanbul’da. Daha yapılması gereken çok şey var diye düşünüyorum.

O yorgunluk nasıl gidiyor peki?

Boş vaktim olursa spor yapıyorum.

BEŞİKTAŞ’IN ŞU ANKİ DURUMU BİR MUCİZE

Gelelim en büyük aşkınız Beşiktaş’a. Nasıl açıklamak lazım bu sevdayı?

‘Kara sevda’ demek lazım (gülüşmeler). Beşiktaş sevgisi çok farklı bir şey benim için. Hep söylüyorum, dünyanın en büyük mahalle takımı Beşiktaş. Oyuncu karakteri ve taraftar profili anlamında hakikaten incelenmesi gereken müthiş bir olgu diye düşünüyorum. Bakın, Beşiktaş’a gönül veren insanların mutlaka bir özelliği vardır. Bir kere acı çekmekten zevk alman lazım. Son saniye mucizeleri ve yıkılmalarına alışık olman lazım. Mesela Beşiktaş’ın şu anda bulunduğu nokta bir mucize. Bu kadar büyük borç batağından kurtulmaya çalışan bir kulüp. Stadı yok, parası yok, eldeki mevcut on birin dışında takıma katkı yapabilecek yedek sayısı en fazla üç. 14 kişiyle bütün maçlarını deplasmanda oynayıp üstelik hem Fenerbahçe hem de Galatasaray derbisinde kasıtlı olarak on kişi bırakılan bu takımın halen zirvede olması bir mucize.

Stat da sona yaklaşıyor artık...

Evet. Oradaki atmosfer de muhteşem olacak. Yeni stadımızdaki bir maçta konuk takımın alacağı bir beraberlik bile mucize olur. Çünkü yeni stadın yapısını ben biliyorum, gladyatörlerin arenası gibi olacak orası. Müthiş bir akustik var. O akustiğin nasıl olabileceğini rahmetli Süleyman abinin cenazesinde gördüm ben. Tüylerim diken diken oldu.

Spor yazıları da yazıyorsunuz sanırım. ‘Çizgilerin Efendisi’ başlıklı yazınızı okudum geçenlerde. Baya sinirliydiniz...

Penaltı atılıyorsa senin dikkatini vermen gereken nokta top penaltı noktasına koyuldu mu, penaltıyı kim atıyor, kaleci çizgide duruyor mu? Ondan sonra yapacağın iş de topa vurulmadan önce ceza sahası içine girmeyin diye oyuncuları uyarmak. Ama çizgiye 3 cm bastın, yok 2 cm bastın deyip de kıl tüccarlığı yaparak oyuncuyu ikinci sarı karttan attığın zaman senin art niyetli bir hakem olduğunu düşünürüm.


Cüneyt Çakır’a da ateş püskürdünüz Galatasaray maçı için değil mi?

Bir oyuncunun etrafını beş kişi sarmış, biri boğazını sıkıyor, biri arkadan parmağını uzatıyor. Sneijder de çok iyi bir şekilde artistlik yapıp kendini yere attı. Hakem de tutup bizim adamı attı dışarı. Bak mesela İngiltere’de futbola bayılıyorum. Herkes erkek gibi oynuyor. Hakemler de çok gerekmedikçe atmıyorlar oyuncuyu dışarı. Bizim yerli oyuncuların da büyük kısmı çok sahtekârlık yapıyor. Ayağı kırılmış gibi yerde yatan vs. Yahu sen hiç Avrupa’da bir oyuncu yerde yatarken teknik direktörün kenardan ‘yat yat’ diye işaret yaptığını gördün mü? Bizde var ama.

Çelme mi takıyorlar yani Beşiktaş’a?

Aynen öyle. Ben yıllardır bunu söylüyorum. Beşiktaş’ın ileriye doğru gidişini her zaman durdurmak istiyorlar. Çünkü Türkiye’de büyük takım olarak Fenerbahçe ve Galatasaray’ın tek başına kalmasını istiyorlar. Hep bu takımlar üzerinden zirve yarışını takip ettirelim diyorlar. Bu iki takımın maçlarında bu kulüplerin camiasının baskıları altında eğilip bükülen hakemler Beşiktaş’ın maçlarında birdenbire adalet dağıtan adamlar olarak ortaya çıkıyorlar. Türkiye Futbol Federasyonu madem yabancı sınırlamasını kaldırdı, o zaman hakemler de dışarıdan gelsin.


20 Ocak 2015 Salı

Tabaktan eti çıkarıp ‘vejetaryen yemek’ diyenler var


Son zamanlarda sayıları artsa da hâlâ üvey evlat muamelesi görüyor vejetaryenler. “Sadece otla beslenilir miymiş canım” diyenleri duyar gibiyiz. Onlar da sıkça duyuyor fakat biraz sıkılmışlar sanki. Türkiye’nin ilk vejetaryen mekânı olan Parsifal’in işletmecisi Nahit Tütüncüoğlu ile etsiz ve sütsüz hayat hakkında konuştuk.



Bir insan neden vejetaryen olur?

En başta kendi sağlığı için. Onun dışında dünyada sadece bizim değil diğer canlıların da yaşamakta olduğu ve bunların da yaşama hakkı bulunduğu felsefesine sahip olduğu için. Aslında hayvansal gıda tüketerek yaşamaktan çok daha sağlıklı bir şey. Bu şekilde beslendiğiniz zaman kalp ve damar hastalıklarınız azalıyor, şeker hastalığının çıkma ihtimali düşüyor vs. Bugün dünya nüfusuna da baktığımızda vejetaryen nüfusun gittikçe arttığını görüyoruz.

Vejetaryenlerin hepsi bir değil. Bir sınıflama var sanırım…

Vejetaryenliğin İngilizcedeki “vegetables” (sebze) kökünden geldiği söylenir ama bu doğru değil. Aslında Latincedeki güçlü ve kuvvetli manalarına gelen “vegetus” kelimesinden türemiş. Kendi aralarında da birçok çeşidi var. Mesela veganların ki artık bir beslenme şekli değil de bir hayat felsefesi. Hiçbir şekilde et, süt ve hayvansal ürün tüketmezler, evlerinde eşya veya kıyafet olarak barındırmazlar. Onun haricinde lakto, ovo, semi-vejetaryen ve fruteryan gibi çeşitler de mevcut.

Peki vejetaryen olduk diyelim. İlerleyen süreçte beslenmenin değişmesi sebebiyle herhangi bir hastalığın ortaya çıkma durumu var mı?

“Vejetaryenler protein vs. alabiliyorlar mı?” gibi sorular hep çıkar karşımıza aslında. Bu eksiklikleri nasıl karşılıyorlar, insanların merak ettikleri şey bu. Aslında bakacak olursanız bugün vejetaryen değil, vegan sporcular bile artık o kadar çok fazla ki. Peki nasıl karşılıyorlar protein ihtiyacını? Besinlerin protein gamına baktığınızda yüzde altmışlık bir oranla en çok proteini içinde barındıran deniz yosunudur. İkinci sırada soya ürünleri gelir. Bunlardan sonra süt tozu, süt ve hayvansal gıdalar geliyor. Yani hayvansal gıdalara gelene kadar pek çok seçenek var protein ihtiyacını karşılamak için.

Siz nasıl vejetaryen oldunuz?

Egeliyim ben. Bizim oraları bilirsiniz zaten, neredeyse hayatımız boyunca otçul besleniriz. Küçükten arada sırada da olsa ağzımıza zorla et koyulurdu ama ben o zamanlarda bile eti ­hiç sevmezdim. Sebzeler her zaman daha çok ilgimi çekerdi. Yıllar geçtikten sonra da “Ben vejetaryenmişim yahu” dedim kendi kendime. Bugün tüketilen etler lastik gibi zaten. Düşünsenize, küçükken ailecek toplanıldığında tencereye bir tavuk atılırdı, en az bir buçuk saatte pişerdi. Bugün 15-20 dakikada pişiyor. Bir gariplik var bu işte. Bugün neredeyse dışarıda tükettiğimiz etlerin tamamı sanayi ürünü. Bu kadar çok insanı doğal yollardan meydana gelmiş etlerle besleyemezsiniz. Yetmez zaten.

Türkiye’de vejetaryen olmak zor mu?

Zor. Çünkü vejetaryen mekânlar çok az. İstanbul’da 10-12 adet vejetaryen restoran var. Açılanlar da maalesef kapatmaya başlıyorlar. Bu bakımdan vejetaryenlerin dışarıda yemek yiyip sosyalleşebileceği mekânlar oldukça az. Dışarıda böyle ama evinizde istediğiniz her türlü sebzeyle yine istediğiniz her yemeği yapabilirsiniz. Kısacası içeride zor değil, dışarıda zor.


Vejetaryenler genelde yemek yedikleri yerin güvenilir olması konusunda oldukça titiz olurlar? Zaman zaman sıkıntılarla karşılaştığınız oluyor mu?

Türkiye’de lokantalarda çok büyük bilgi eksikliği var. Müşteri ‘ben vejetaryenim’ dediğinde müşterinin suratına boş boş bakan pek çok işletmeci var. Ya da tabağın içinden eti çıkarıyor, önüne getiriyor, al sana vejetaryen yemek diyor. Küfretmek gibi bir şey bu. Bize gelenlerse burada kesinlikle et pişmediğini bilerek geliyorlar. Bazen oldukça titiz müşterilerle de karşılaşıyoruz tabii. Belki tabaklara, çatal bıçaklara et değmiştir diye plastik çatal, bıçak ve tabak isteyenler de oluyor.

Müşteri kitleniz nasıl?

Son zamanlarda Türklerde vejetaryen beslenme anlayışı fazlalaştı. Endüstrileşmiş hayvansal gıdalara karşı çıkıp vejetaryen olan çok kişi var. Elinde diyet menüleriyle gelenler var, sağlıklı beslenmek için kesin karar verip konuşmaya gelenler var. Yabancı müşteriler de çok fazla tabii. Eskiden müşterilerimizin yüzde sekseni yabancı, kalanı Türk’tü, şimdi ise yarı yarıya gibi bir oran söz konusu.

Türkiye’de vejetaryen deyince bir küçük görme ve dalga geçme durumu da var değil mi?

O hep var zaten. “Ne o, ot mu yiyorsun?” diyerek önyargıyla yaklaşılıyor hemen. Hâlbuki biz bu önyargıyı kırmak için etten yapılan her şeyin vejetaryen menüsüyle de yapılabileceğini göstermek istedik. Izgaralar, köfteler yaptık, hamburgerlerimiz var, dürümlerimiz var. Demek ki yapılabiliyormuş dedirtmeye çalışıyoruz insanlara.


Vejetaryenler 8 gruba ayrılıyor

Vegan: Hiçbir hayvansal gıda ve ürün kullanmazlar. Buna süt, yumurta, bal ve jelatin gibi gıdalar, deri, yün, ipek gibi ürünler de dahildir.
Lakto-ovo vejetaryen: Et yemezler, ancak yumurta ve süt ürünlerini tüketirler.
Lakto vejetaryen: Hayvan etinin yanı sıra potansiyel bir hayata son verilecek diye yumurta yemekten de kaçınırlar. Süt ve süt ürünlerini yerler.
Ovo-vejetaryen: Süt tüketmeyip, yumurta yerler.
Pesketaryen: Hayvan eti olarak sadece balık tüketirler.
Semi-vejetaryen: Kırmızı et yemez, fakat beyaz et yerler.
Fruteryan: Bitki ve ağaçların meyvelerini yiyerek yaşarlar. Besinleri pişirmeden yerler.
Makrobiyotikler: Ruhsal ve fiziksel yönden doğa kurallarına uyarak gerçekleşen beslenmedir. Besinlerin yüzde 70-90’ı tahıl, yüzde 10-30’u sebze ve meyvelerden oluşur.