24 Eylül 2014 Çarşamba

Komedyenlikten Hollywood starlığına


Komedyen olarak sahneye çıktığında kimse bugünkü gibi bir Eric Bana’nın ortaya çıkacağını tahmin etmiyordu. Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Bizi Kötüden Koru filmiyle başrolü üstlenen Eric Bana’yı yakından tanıyalım.

 

Son yirmi yıldır Hollywood filmleriyle dünya çapında şöhret yakalayan çok sayıda Avustralyalı yıldız görebilmek mümkün. Çoğumuz bu isimlerin Avustralyalı olduğunu bilmeyiz aslında. Mel Gibson, Nicole Kidman, Geoffrey Rush, Cate Blanchett, Hugh Jackman ve Naomi Watts… Şaşırdık değil mi? 2000’li yıllardan sonra Hollywood’da yıldızlaşan Avustralyalılar kervanına bir isim daha eklendi: Eric Bana.


1968 Melbourne doğumlu aktörün ailesi aslında buralı değil. Annesi Alman, babası ise Hırvat. Gençlik yıllarında araba tamirciliği yapmak en büyük tutkusudur. Fakat babasının yoğun uyarıları ve Mel Gibson’ın kült film serisi ‘Mad Max’i izlemesi Bana’nın aklını çeler ve oyuncu olmaya karar verir. Çok kimse bilmez belki ama Bana’nın üstün bir taklit yeteneği var. Okul yıllarında hocalarının taklidini yaparak başlar bu işe. Yeteneği 1990’ların başında kendisini stand-up komedyenliğine taşır. Oldukça popüler olur ve bu popülerlik Bana’ya televizyonun kapılarını açar. 1997’de ‘The Eric Bana Show’ ile televizyonda parlar. Ekranda Tom Cruise, Sylvester Stallone ve Arnold Schwarzenegger gibi kalburüstü ünlülerin taklidini yaparak daha da tanınır. Hatta o kadar popüler hale gelir ki 1997 yılında Avustralya Televizyon Ödülleri olan Logie Ödülleri’nde “En Popüler Komedyen” seçilir.

Televizyondan sinema dünyasına

Bana’nın gerçek manada sinema kariyerini başlatan ve kendisine Hollywood’un kapılarını açan yapım, Andrew Dominik’in 2000 yılında çektiği Chopper (Kasap) adlı film olur. Dominik, Bana’ya başrolü teslim eder ve yeteneğini sergileme fırsatı sunar. Avustralya’daki yeraltı dünyasının önemli isimlerinden Mark ‘Chopper’ Read’i canlandıran Bana, bu ilk başrolün üzerinden hakkını vererek gelir. Rolü için otuz kilo alır, vücuduna dövme yaptırır, azılı bir suçluyu beyazperdeye en iyi şekilde aktarmak için elinden geleni yapar. Hem film hem de Bana ses getirir. Film Avusturya Film Enstitüsü Ödülleri’nden üç dalda ödül alır ve Bana en iyi aktör seçilir. Amerika’daki birçok eleştirmen Bana’nın performansını öven yazılar kaleme alır. Kendisi için Hollywood yolu gözükmüştür böylece.

İlk filminin üzerinden bir yıl geçmemiştir ki Hollywood’un en önemli yönetmenlerinden Ridley Scott, Black Hawk Down (Kara Şahin Düştü) filmi için Bana’ya rol teklifinde bulunur. Kült haline gelen bu film, Bana’nın Amerika’daki kariyeri için önemli bir dönüm noktası olur. Sonraki süreçte Hulk (2003) ve Steven Spielberg’in Munich (2005) filmleriyle çıtayı yükseltmeye devam eder. Hulk filmindeki performansından oldukça etkilenen Spielberg, Munich’teki başrolü tereddütsüz Bana’nın ellerine bırakır.

Şöhretin esiri olmamak kolay değil

Şöhreti yakalayıp da başı dönen birçok yıldızın takındığı tavırlara Bana’da pek şahit olmuyoruz. Samimi, ayakları yere basan ve yaptığı işi ciddiye alan birisi. Özel hayatını korumak için de elinden geleni yapıyor. Meşhur olduktan sonra hayat tarzını değiştiren ve evliliğini bitiren diğer Hollywood yıldızlarının aksine Bana, on yedi yıldır evliliğini sürdürüyor. En yakın dostu ise ünlü aktör Brad Pitt. Bana ve Pitt’in dostluğu, Bana’nın kariyerindeki önemli noktalardan biri olan Chopper filmine dayanıyor aslında. Filmi izleyen Brad Pitt, Bana’nın oyunculuğuna hayran olur ve şu yorumda bulunur: “Eric, böylesine keskin ve zor bir karakterin üstesinden abartıya kaçmadan, etkileyici ve doğal bir oyunculukla gelmiş. Onda çok az sayıda aktörün sahip olabileceği özel bir yetenek var.” Kaderin bir cilvesi olacak ki birkaç sene sonra Truva filminde başrolü üstlenen Pitt, diğer roller için oyuncu arayan yönetmen Wolfgang Peterson’a henüz tanışmamış olmalarına rağmen Eric Bana’yı önerir. Pitt’in önerisini dikkate alan yönetmen hemen Bana’yı da kadroya dahil eder. Film setinde oldukça yakınlaşan ikili, film bittikten sonra da sık sık görüşmeye devam ederler.



Ünlü oyuncu her ne kadar sert karakterli rollerin adamı gibi gözükse de gerçek hayatta hiç de öyle değil. Silahlardan nefret eden, ailesine düşkün, kısacası evcimen biri. Tek bir tutkusu var; arabalar ve hız. Bütün çocukluk fotoğraflarında elinde mutlaka bir oyuncak araba görmek mümkün. “Arabalar, hayatım boyunca benim için birer arzu nesnesi oldu. Yarışlarda tehlikeyi ve soğukkanlılığı aynı anda hissediyorum. Bu da bana inanılmaz bir zevk veriyor.” şeklinde ifade ediyor arabalara olan tutkusunu Bana.

Bana, sahip olduğu yeteneği karşısına çıkan her fırsatta kullanan bir isim. Her ne kadar Chopper, Munich ve Troy gibi standartların üstünde filmlerde rol alsa da henüz kendisini bir Russell Crowe ya da Christian Bale seviyesine çıkaracak yapımlar karşısına çıkmadı. Lakin henüz iş işten geçmiş değil. Hayat ne getirir bilinmez değil mi?


16 Eylül 2014 Salı

Ne olacak bu gündüz kuşaklarının hali?



Geçtiğimiz haftalarda gündüz kuşağı programlarında yaşananlar hepimizin malumu. Gerçekleşen olaylar bu kuşaktaki yapımların sürdürülebilirliğini yeniden tartışmaya açtı. Peki yurtdışındaki gündüz kuşağı programlarının işleyiş ve içerik bakımından Türkiye’dekinden farkı ne?


Gündüz kuşağı, televizyon sektörü için önemli ve geniş bir vakit aralığını kapsıyor. Resmi bir sınırlama olmasa da 10.00-18.00 arasındaki yayınlara gündüz kuşağı deniyor. Bu yayın diliminin ana hedef kitlesini ise sabah eşini işe, çocuklarını da okula gönderen ev hanımları oluşturuyor. Programların çeşitliliği bakımından epey geniş bir yelpaze çıkıyor karşımıza. Reality şovlardan tutun da evlilik programlarına, televizyonu adeta bir mahkemeye çeviren “suçlu kim?” yapımlarından yemek programlarına kadar birçok izlenceyle karşılaşmak mümkün. Özellikle reality şovlar ve suçluyu aramaya yönelik programlarda sıradan insanların hayatları en ince ayrıntısına kadar ekranlardan evlerimize konuk oluyor. Gayri meşru ilişkiler, cinayetler ve aile içinde yaşanan sorunların bini bir para. Bu tür içerikler, artık farkındalık oluşturmaktan ziyade, gittikçe normalleşiyor ve sadece bir şov unsuru haline geliyor.

Gündüz kuşağı yayınlarının içeriğini sorgulatan son olay ise, geçtiğimiz haftalarda iki karısını öldürmüş bir adamı canlı yayında programına konuk eden Seda Sayan oldu. Yıllar boyunca yapılan anketlerde Türkiye’deki en güvenilir kişi çıkan Seda Sayan’dan bahsediyoruz. Hâlâ öyle midir bilinmez fakat halk nezdinde böyle bir güvenilirliğe sahip olmasında uzun zamandır yapmakta olduğu gündüz kuşağı programlarının önemli bir payı var. Bu da bizlere bu programların insanlar üzerinde ne derece etkili olduğunu gösteriyor aslında. Peki yurtdışındaki gündüz programlarının Türkiye’dekinden bir farkı var mı? İşleyiş ve içerik Türkiye’dekine benziyor mu? ABD ile Türkiye’deki gündüz kuşağı programları arasında bir kıyas yaparak bu duruma bir göz atalım.

Türkiye’de yapımcılara az sunuculara çok iş düşüyor

Türkiye’deki gündüz kuşağı programı sunucularının elinde oldukça fazla güç var. ‘Güç’ derken ne demek istediğimizi açıklayalım. Türkiye’deki sunucular, yapımcılar gibi programın içeriği üzerinde fazla etkiye sahip. Sadece sunmuyor, içerikte ne olacak, ne söylenecek, tüm bunlar onların kontrolü altında. Dolayısıyla yapım ekibi sunucuya ne yapacağını söylemek yerine hizmet eder bir konumda bulunuyor. Kısacası bir nevi yapım ekibinin zayıflığı, sunucu üzerinden kapatılmaya çalışılıyor. Yurtdışında ise durum çok farklı. ABD ve İngiltere’deki gündüz kuşağı programlarında kurgu unsuru ön plana çıkıyor. Programın başından sonuna kadar ne konuşulacak ve hangi noktalara temas edilecekse bütün bunlar önceden kurgulanıyor. Doğal olarak da bu şekilde herhangi sürprize mahal verilmemiş oluyor.


Yurtdışında filtreleme daha kuvvetli, çünkü canlı yayın yok

Gündüz kuşağı programlarında üzerinde durulması gereken bir diğer farklılık da canlı yayın meselesi. ABD ve İngiltere’de gündüz kuşağında canlı yayınlanan programlara rastlamak pek mümkün değil. Şehir Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü öğretim görevlisi Feyza Akınerdem’e göre, canlı yayın Türkiye’ye has bir durum Sebebi, banttan yayın maliyetinin çok daha yüksek olması: “Bu sebeple Türkiye’de daha çok canlı yayın yapılır. İngiltere ve ABD’de canlı yayın programlara pek şahit olmayız. Dolayısıyla bu ülkelerde filtre mekanizması otomatik olarak daha kuvvetli oluyor. Canlı olsa bile yayın arkadan geliyor. Bizdeki gündüz kuşağının neredeyse hepsi canlı. Anlık sansasyon ile krizlere açık ve bunun üzerinden programlar reyting alıyor.”


Türkiye’de bir RTÜK kanunu var ve bu kanuna göre suçu ve suçluyu övmek yasak. Fakat geçen hafta yapılan toplantılarda RTÜK, çekimser kaldığı için Seda Sayan’ın programına herhangi bir ceza vermedi. Akınerdem, suçu ve suçluyu öven yayın yapılamayacağını fakat bu kanunların ne kadar uygulanacağının ise RTÜK’ün inisiyatifine bağlı olduğunu belirtiyor. Bunun yanında aslında esas kontrol mekanizmasının da yapımcılarda bittiğinin altını çiziyor: “Programlarda ağırlanacak kişilerin geçmişlerini doğru şekilde araştıran programcılar var. Fakat buna dikkat etmeyen ve sansasyon ortaya çıkartmak isteyen isimler de çok. Seda Sayan örneği üzerinden gidecek olursak, o kişinin ekrana çıkması Seda Sayan ve yapım ekibinin inisiyatifinde. Yayından önce bunu denetleyecek bir kurum yok. Dolayısıyla iki kadını öldürdüğü bilinen birisi o yayına bilinçli bir şekilde çıkartıldı.”

ABD’de kadın programlarının niteliği ise çok farklı. ‘The Oprah Winfrey Show’ örneği üzerinden giden Akınerdem’e göre bu programlara şiddet gören, ayrımcılığa uğramış kadınlar çıkarıldığında, yaşadıklarının üstesinden gelebilmesine ve kendine güvenini yeniden kazanmasına yönelik destek veriliyor. Türkiye’deki örnekler ise bundan çok uzak. Zaten zor durumda olduğu için ekrana çıkan kadınlara bir eleştiri de program sunucusu ve konuklardan geliyor. Mağdur kadınlar, “Neden bu kadar çocuk doğurdun?”, “Neden bu adamla evlendin?” gibi ithamlarla karşı karşıya kalıyor. Bundan dolayı Türkiye’de kadınların dertlerini anlatmaları kolay değil. Anlattıkları zaman kötü sonuçlarla karşılaşabiliyorlar. Şiddetin üstesinden gelmek bir yana, yeniden şiddet üretilebiliyor. Aile sırlarını ifşa etmek olarak algılandığı gibi kadınları şiddetin hedefi haline de getirebiliyor.

Gündüz kuşağı bitecek mi?

Son zamanlarda gündüz kuşağındaki reality şovların olumsuz haberlerle kendine yer edinmesi, bu kuşaktaki programların içeriğine dair tartışmaları da yeniden başlattı. Seda Sayan örneği ise tek değil. Songül Karlı, karısını öldürmüş bir kişiyi canlı yayına çıkardı. Esra Erol’un programında evlenen bir adam, karısını öldürdü. Buna benzer birçok örnek söz konusu. Zaten birkaç kanal kendini tamamen dizilerin kollarına bırakmış durumda ve artık bu şovlara yer vermiyor. Pek çok televizyon eleştirmeni, hem daha az maliyetli hem de daha zararsız olmaları sebebiyle diziye yöneliş olduğunu, bu sebeple yakın bir zamanda gündüz kuşağındaki reality şovların kalkabileceğini dile getiriyor. İlerleyen günlerde bu programların kaderinin ne olacağını ise hep birlikte göreceğiz.


12 Eylül 2014 Cuma

Futbola ilk devlet müdahalesini ittihatçılar yaptı



Futbol topu bulamasak bile çoraptan ya da pet şişeden top yapıp oynayan bir neslin çocuklarıyız. Fakat bu kadar rağbet gören ayak topunun ülkemizdeki tarihine ilişkin bildiklerimiz yanlış, eksik, güdük. Geçtiğimiz günlerde Mehmet Yüce’nin İletişim Yayınları’ndan çıkan “Osmanlı Melekleri: Futbol Tarihimizin Kadim Devreleri” kitabı da böyle bir eksikliğin giderilmesi derdiyle ortaya çıkmış. Futbolun ülkemizdeki serüvenini dinlemek için Mehmet Yüce’yle bir araya geldik.

 

Kitabın adı neden ‘Osmanlı Melekleri’?

Müslüman ya da gayri Müslüman, Osmanlı coğrafyasında yaşamış herkese Osmanlı deniyordu. Türk, Arnavut, Ermeni, Bulgar veya Rum fark etmez. Kitabın bahsettiği devir 1923’te bitiyor ve bu isimlerin hepsi Türk futboluna önemli katkılar yapmışlar. Onları iyi bir şekilde yâd etmek amacıyla kitabın adını ‘Osmanlı Melekleri’ koydum.

Osmanlı’da futbolun gelişimini inceleme ihtiyacı nereden hâsıl oldu peki?

Bu tarih yalan yanlış yazılmıştı. Okuyoruz futbol tarihi ile ilgili yazılanları, hep birbirinden kopyalanmış şeyler var. Puan cetvelinde atılan ve yenilen goller bile birbirini tutmuyor. O yüzden birisinin yazması gerektiğini düşündüm. Baktım kimse yazmıyor, ben yazdım.

O dönemi araştırırken kaynak sıkıntısı çektiniz mi?

Özellikle Balkan Savaşı ve I. Dünya Harbi evresinde çok sıkıntı çektim. Çünkü o dönemde gazeteler iki yaprağa iniyor. Ne yayınlanan bir mecmua var ne de gazeteler doğru dürüst çıkıyor. Bir de İngilizlerin Osmanlı içinde futbolu tamamen bıraktıklarında bayağı sıkıntı çektim. 1908’de İngilizler Osmanlı’da futboldan el eteklerini çekiyorlar. Doğal olarak bu tarihten sonra bilgileri kayıt altına alan yayın organları da azalıyor. Müslümanlara futbol yasak çünkü.

Osmanlı’daki ilk futbol takımı hangisi?

İlk kulüp Constantinapole Football Club. Merkezi Beyoğlu’nda ve Levantenler tarafından 1880’lerde kurulmuş. Buradan bir sürü kulüp doğmuş daha sonra. Moda, Kadıköy vs. buradan türüyorlar. 2014 senesinde hâlâ devam eden en eski kulüp ise Tatavla (Kurtuluş) Spor Kulübü’dür. Kuruluşu itibarıyla Rum kulübü fakat şu anda adı Kurtuluş’tur ve Türk kulübüdür. Geçmişini de inkâr etmez. Kuruluş tarihini 1896 olarak gösterir. İlk Müslüman futbol kulübü ise 1905 yılında kurulan Galatasaray.

Futbolu Türklerin bulduğuna dair bir söylenti vardır. Doğru mu bu?

Tabii oturup da Çin kaynaklarına bakmadım. O sebeple bu konu hakkında kesin bir doğrum yok. Fakat şunu biliyoruz, 1930’larda özellikle milliyetçilik görüşü artmaya başlamış. Bizde de her şeyi Türkleştirme gayesi var. Örneğin güzelim semt isimleri değişiyor, Tatavla semti Kurtuluş oluyor vs. O sıralarda Türk Sporu dergisinde ‘Futbolu da Türkler buldu’ diye bir yazı çıkıyor. Aslında tarihte futbolu hep İngilizlerin bulduğu söylenir. 1913’te yayımlanan İdman Mecmuası’nda futbolun tarihi incelenir ve orada İngilizlerin bu sporun atası olduğundan bahsedilir. Bizde ise böyle bir iddia 1930’larda ortaya çıkıyor. Daha öncesinde böyle bir yazıya rastlamadım. O sebeple bu iddia çok da doğru gelmiyor bana.

Futbol nasıl gelmiş Osmanlı’ya?

İngiliz gemileriyle gelmiş. O dönemde İngilizler her yere gidiyorlar ve büyük limanlara uğruyorlar. 1800’lerden sonra nereye gitmişlerse yaptıkları sporu da oraya götürmüşler. Toprağa çıkıyorlar ve sporlarını icra ediyorlar. 1850’lerde, özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra İngilizler bizim topraklarımıza geliyorlar. Mesela tenis ilk defa 1850’nin ortalarında İstanbul’da oynanmaya başlıyor. Futbol ise daha geç tarihlerde. İngiltere’de bile 1863’te resmi olarak futbol federasyonu kurulmuş. Bizde ise bu tarihlerde futbol oynandığına dair yazı veya belge yok. Daha çok rugby oynuyorlar. Resmi olarak kayıtlarda 1880’lerde futbolun oynanmaya başladığını gördüm. İngilizler ve levantenler birbirleriyle maçlar yapmışlar. Genelde hep İngilizler kazanıyormuş tabii.

Gayrimüslimler top peşinde koşarken bizimkiler ilgi duymuyor mu futbola?

İttihat ve Terakki’nin Altınordu Takımı
İlk başta ilgi gösteremiyorlar. Yasak çünkü. Biraz İngilizce bilen snob tipler oynuyorlar. Mesela Fuat Bey var. Zengin çocukları oynayabiliyorlar bu oyunu zaten. Sonuçta bir hobi gibi başlıyor. Bugünkü anlamda endüstriyel şekilde ilerlemiyor. Ali Sami Yen’ler, Fuat Bey’ler, Refik Osman’lar, bunlar hep paşa ve bürokrat çocukları. Halk da çok olumlu bakmıyor zaten. Bir Müslüman’ın yapmaması gereken bir şey olarak algılanıyor. İttihat ve Terakki 1908’de başa geldikten sonra da tam tersi oluyor. ‘Aman spor yapın, güçlü bedenlere kavuşun ki güzel savaşın’ düşüncesi ortaya çıkıyor. Bu bakımdan İttihat ve Terakki’nin spora büyük bir katkısı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aynı zamanda sporun mükemmel bir propaganda aracı olduğunun da farkına varıyorlar. Birçok kulübü kendilerine bağlamak istiyorlar.

Kimleri mesela?

1910-1911 Galatasaray Futbol Takımı
Mesela Galatasaray’ı bağlamak istiyorlar fakat yapamazlar tabii. Sahibi var çünkü. Fenerbahçe’yi de almaya çalışmışlar fakat başarılı olamamışlar. Neden olmadığını tam olarak bilmiyoruz. Beşiktaş o dönemde yok zaten. Bu takımları bağlayamıyorlar kendilerine ama o dönemde Galatasaray’ın ‘Progress International’ diye ikinci bir takımı daha var. Aydın oğlu Raşit Bey takımın başı. Bir şeyler oluyor ve bu takım Galatasaray’dan kopuyor. Raşit Bey, Talat Paşa’yla oldukça iyi anlaşan bir insan. Görüşmeler yapıyorlar aralarında ve takımın ismi Altınordu şeklinde değiştirilerek İttihat ve Terakki’nin takımı oluyor. Bu takım Fenerbahçe’nin içini de boşaltıyor, hemen hemen bütün futbolcularını alıyor. Galatasaray’dan da bir iki tane alıyorlar. 1916 yılında savaş için insanları askere almaya başlıyorlar.Futbolcular da alınıyor tabii. Fakat Altınordu’da oynayanlar alınmıyor. Mesela Refik Osman anlatır anılarında, askere gitmemek için Galatasaray’dan ayrılarak Altınordu’ya aldırıyor kendini. Altınordu da 1916 ve 1919 arasında üç yıl üst üste şampiyon oluyor tabii. 1920’de İngilizlerin İstanbul’u işgali sonucu büyü bozuluyor. Bıraksanız o sezon da Altınordu şampiyon olur ama savaş kaybedildikten sonra İttihat ve Terakki Fırkası kapatılınca Altınordu gücünden düşüyor tabii. Esas güçlü takımlar Galatasaray ve Fenerbahçe yeniden güçleniyor.

Beşiktaş pek yok ortada sanki?

1913-1914 Beşiktaş Futbol Takımı
İlk Beşiktaş-Fenerbahçe ve Beşiktaş-Galatasaray maçı 1924’tedir. Beşiktaş’ın futbolda parladığı yıl 1924’tür. O sene İstanbul şampiyonu oluyorlar zaten. Beşiktaş’ın 1903 yılında kurulanının ismi ‘Bereket Jimnastik Kulübü’. Ahmet ve Mehmet Ali kardeşler tarafından kuruluyor. O yıllarda Beşiktaş diye bir isim yok. Daha sonra yine bu kardeşler tarafından 1909 yılında Beşiktaş diye bir kulüp ortaya çıkıyor. Futbola da aslında bu yılda başlıyor fakat çok zayıf bir takım var. Futbola 1916’lara kadar değer vermemiş, basit bir oyun olarak görmüş. 1916’da Ahmet Şerafettin’in gayretiyle bir şeyler değişmeye başlamış. Beşiktaş’ı Beşiktaş yapan adamdır kendisi.

Kitapta da altını sıklıkla çiziyorsunuz. Ali Sami Yen’in oldukça önemli bir yeri var sanırım Türk futbolu için?

Ali Sami Yen ve Celil İbrahim
Tabii. Teşkilatçı bir adam. Babası da oldukça önemli bir isim: Şemsettin Sami. Kamûs-ı Türki’nin yazarı. Ali Sami Yen de babası kadar mühim bir kişi. Galatasaray’ın kurucusu, resmi olarak Türk Milli Takımı’nın ilk teknik direktörü. Çok şey borçluyuz ona. Yapılan her şeyin kayıt altına alınmasını sağlamış. Mesela Galatasaray Müzesi ve oradaki dokümanlar olmasaydı şu elimde tuttuğum kitabın yarısı olmazdı.

‘Top, bir şeytan icadıdır’

1913-1914  Fenerbahçe Futbol Takımı
1908 yılında İskoç Evening Telegraph gazetesinde şöyle bir olay gazetede kendine yer buluyor: “Türkiye’de pek teşvik görmeyen spor, büyük zorluklarla yapılmaktadır. İzmir ve İstanbul arasındaki futbol maçıyla gayrete gelen Reşad Bey isimli bir Türk genci, kendi arkadaşlarının yanı sıra bazı Rum ve Ermenilerin de katılmasıyla bir kulüp kurmuş ve idmanlara başlamıştı. Birkaç gün önce, gece yarısı evine gelen polis, onu Üsküdar’a götürüp kulüp ve futbol oyunu hakkında uzun bir süre sorguya çekti. Türkçede top kelimesi aynı zamanda bir silah anlamına geldiğinden, işler büsbütün karıştı. Yetkililer, büyük bir komployla karşı karşıya bulunduklarına ve kulübün aslında gizli bir örgüt olduğuna inanmıştı. Topun gerektiği gibi incelenmesi için gönderilen özel memur, bunun bir şeytan icadı olduğuna karar verdi. Kulüp tüzüğü bir başka aleyhte delil olarak görüldü. Kulübün renkleri ve formalarıysa, gizli bir örgütü ortaya koyan en büyük delildi.”



5 Eylül 2014 Cuma

CHP’nin artık ‘Ben kimim?' sorusunu sorması şart



Önümüzdeki günlerde CHP’nin 18. kurultayı gerçekleşecek. İki aday var. Yeni başkanın kim olacağı ise şimdilik meçhul. Geçmişten günümüze CHP’nin içinde bulunduğu durumu; doktorasında 1946-1980 yılları arasında siyaset sosyolojisi açısından CHP’yi çalışan Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi sosyolog Gökhan Göktürk ile konuştuk.

 

İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” gibi önemli bir tespiti var. Cumhuriyet tarihi boyunca kavramlar arasında ciddi bir karışıklık söz konusu. Bu minvalde düşünecek olursak Cumhuriyet Halk Partisi nasıl bir parti? Sağcı mı solcu mu, muhafazakâr mı, ulusalcı mı? Nedir?

CHP kendi içinde oldukça fazla ironilere sahip olan bir parti ve kendini tanımlama süreci de oldukça enteresandır. 1945’te çok partili bir sürece geçildiğinde özellikle Demokrat Parti’nin ortaya çıkmasından sonra CHP gerçek manada kendini tanımlama ihtiyacı hissetti. Daha önceden kendini tanımlamaya ihtiyacı yoktu çünkü başka bir siyasi parti ortada yoktu. Bu tanımlama süreci çeşitli sancılara yol açtı. CHP ilk başlarda hem aşırı sağa hem de aşırı sola karşı mesafeliydi. Sola mesafeliydi çünkü Batı’daki gibi devrime yol açacak bir durumdan endişe ediliyordu. Aşırı sağa mesafeliydi çünkü dünya Hitler ve Mussolini gibi tecrübeler yaşamıştı. Bu tür oluşumlardan da çekiniliyordu. Daha sonra özellikle Ecevit döneminde sol tartışmaları etkili olmaya başladı ve parti sola kaydı. Bu sol, Batı’daki gibi işçi sınıfına dayalı bir sol değildi, daha çok sosyal demokratlık üzerinden şekillenmişti. Bunun üzerine İsmet İnönü başta olmak üzere önemli kopmalar yaşandı partide ve hizipleşmeler meydana geldi. CHP kurultaylarını renkli kılan da bu hizipleşmelerdir. Kısacası CHP’nin ne olduğu sorusu dönemlere göre farklılıklar içerir. Parti her zaman kendi içerisinde bir yönüyle yenilikçiler bir yönüyle de gelenekçiler ayrımına dayanır.

Haftaya CHP’nin 18. kurultayı gerçekleşecek. İki aday var şimdilik. Tahmininiz var mı?

Geçmiştekilere bakarsak CHP kurultayları, aslında çok fazla sürprize açık değildir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkanlığa devam edeceğini düşünüyorum.

Muharrem İnce’nin genel başkanlığa aday olması CHP içerisindeki ulusalcı muhalefetin bir başkaldırısı gibi görünüyor sanki. Muharrem İnce’yi nasıl okumalı?

Aslında CHP’nin artık ulusalcılık tartışmalarından öteye gitmesi gerekiyor. Ulusalcı olan ve olmayan ayrışması yeni bir şey değil. Ulusalcıların temel söylemi, sadece yaşam biçimlerini muhafaza etmek üzerine kurulu. Hal böyle olunca bugün Muharrem İnce, yarın yine aynı eğilimlerde bir başka isim çıkacak ve yeni CHP arayışı, bitmek tükenmek bilmeyen bir şekilde uzun bir süre daha devam edecek. Asıl sorgulanması gereken Muharrem İnce, Nur Serter ya da başka isimler değil, CHP’nin kendi kendine “Ben kimim?” sorusunu sorması. Bu sorunun cevabı aranmadan CHP’de ulusalcı kanadın beklentisi vs. gibi şeylerin hiçbir önemi yok.

CHP’de köklü bir değişimin olması şart diyorsunuz. Bu değişimin önündeki en büyük engel ulusalcılar mı peki?
Ulusalcılar, CHP içerisinde küçük bir tabana dayanmıyor. Parti içinde önemli bir referans noktasını oluşturuyor. Bu kitlenin en büyük korkusu ise “Acaba AKP bizim hayat biçimlerimizi değiştirebilecek mi?” Burada parti içerisinde şu iki sorunun ön plana çıkması gerekiyor: Parti, ulusalcı kodlarından asla taviz vermeyip yeni CHP’yi bu eksen üzerinde mi oluşturacak yoksa Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı açılımlar gibi yeni CHP’yi toplumsal ve geleneksel kodlara uygun bir şekilde mi dizayn edecek? Bu yeni CHP tartışması 1950’de de vardı, 1970’de de var, 2014’te de var. Artık parti içindeki hizipleşmelerden bir sonuç çıkarılması şart.

Kemal Kılıçdaroğlu döneminden konuşalım biraz da. Ecevit CHP’nin başına geldiğinde “çiftçi, esnaf vb.” popülist söylemlere başvurarak partiyi halka açmaya çalıştı ve iktidara gelerek ciddi bir başarı yakaladı. Bugün Kılıçdaroğlu da bir açılım girişiminde. Şu ana kadar neden başarılı olamadı sizce? Halka inandırıcı gelmedi mi?

Bunu bir tarafıyla da şöyle okumak lazım. 1977’deki Ecevit’in başarısından sonra CHP’nin birleşmiş bir sağa karşı kazanması hiçbir zaman mümkün olmadı. CHP, ancak parçalanmış bir sağ partiler zincirinde iktidara ulaşmayı başardı. Bugüne baktığımızda sağın neredeyse birçoğunu kendi içerisinde barındıran AKP karşısında CHP’nin kazanması pek de mümkün görünmüyor. Burada yerleşik hale gelen toplumsal algılar da önemli. CHP, bugün hâlâ tek parti döneminin halk üzerindeki kalıntılarıyla boğuşuyor aslında. Aynı zamanda güçlü bir sağ topluluğu var karşısında. Her ne kadar yeni açılımlara girişse de halkın gözündeki algıyı kırması için çok çaba sarf etmesi lazım. Yeni CHP yeni kimliğini oluştururken bu kodlara da samimiyetle yer vermesi gerekiyor.

Halkın gözünde nasıl bir Kılıçdaroğlu var?

Weber’in ortaya koyduğu karizmatik otorite tabiri sosyolojik anlamda çok önemli bir tahlil. Lider siyaseti Türkiye için hâlâ oldukça önemli bugün. Partinin ne anlattığı kadar liderin kim olduğu da mühim. Kılıçdaroğlu’nun da kendiliğinden gelişen bir siyasi profili olmadı aslında. Deniz Baykal’ın malum sebeplerden istifa etmesi, Kılıçdaroğlu’na genel başkanlık yolunu açtı. Bir tarafta biraz önce bahsettiğimiz Ecevit’in popülist söylemini sonuna kadar kullanan Erdoğan var, diğer tarafta da aynı şekilde bu popülist söylemi kullanmak isteyen fakat birtakım sebeplerden ötürü kullanamayan bir Kılıçdaroğlu. Etmiş olduğunuz bir laf halk nezdinde size hiçbir zaman elde edemeyeceğiniz bir itibar kazandırır. Köprü açılışında rahmetli Özal’ın, “Tak şurdan bir kaset Semra Hanım, neşemizi bulalım” demesi tam da böyle bir şey. Bu dili ve imajı yakalamak önemli. Kılıçdaroğlu’nun bu imajı yakalaması için halka samimi olduğunu göstermesi gerekiyor. 


İktidar yolundan ziyade biraz da muhalefet kısmını konuşalım. Geçtiğimiz 12 yıl boyunca CHP’nin iyi bir muhalefet örneği sergilediğini düşünüyor musunuz?

Partinin kendi açıklamalarına baktığınız zaman Meclis’te ellerinden geleni yaptıklarını, fakat medyada gerektiği kadar yer bulamadıklarını söylediklerini görüyoruz. Lakin etkili bir muhalefet örneği sergilediklerini söylemek oldukça zor. Geçtiğimiz 12 yıllık sürece baktığımız zaman AKP’nin iktisadi anlamda neo-liberal politikalarla kendisini devam ettirdiğini görüyoruz. Avrupa’da böyle bir durumun olması halinde hemen akabinde sol partilerin güçlendiğini görürsünüz. Aslında bugün muhalefet partisinin elini güçlendirecek ve muhalefet etmesini sağlayacak bir zemin var. Mesela Soma’da yaşanan maden faciasında işçilerin hayatını kaybetmesi basit bir ihmalkârlık değil. Neo-liberal politikaların getirdiği taşeron firmaların, işçilerin sosyal ve yaşamsal haklarını hiçe sayılmasının bir ürünü. Soma gibi pek çok örnek var aslında. Orta sınıf kredi batağında, çiftçiler ürünlerinin karşılığını alamıyor vs. Bütün bu göstergeler şunu gösteriyor. Kendine sosyal demokrat diyen bir parti bu şansı çok iyi kullanıp iktidarı elde etme fırsatı toplumsal zeminde mevcut. Ancak CHP, bütün bu koşullara rağmen iktidarı elde edemiyorsa burada CHP’nin kendini sorgulaması elzem ötesi elzemdir. Çünkü Avrupa’da bizde yaşanan benzer durumlarla karşılaşmış olsaydık muhalefette yer alan sosyal demokrat ve sınıfa dayalı partiler iktidarı çoktan elde etmişlerdi. Toplum aslında muhalefete, iktidarın anahtarının ne olduğunu göstermekte, fakat muhalefet bunu iyi bir şekilde okuyamamakta.

Bugünün bütün CHP’lileri, 1947 kurultayına yeniden bakmalı

CHP kurultayları içinde incelediklerimin en önemlisi 1947 kurultayı. Bugün CHP’yi anlamak isteyenlerin açıp okuması gereken bir kurultaydır. Müthiş tartışmalara sahne olmuştur. Türkiye’nin modernleşme serüveni, siyasal tarihi, çok partili döneme geçişi tartışılır orada. Tek parti döneminden sonra bugün bitmek bilmeyen yeni CHP tartışmalarının temeli orada atılmıştır. Mesela o kurultaydan sonra CHP ilahiyat fakültelerinin kurulmasını sağlamıştır, imam hatip liselerinin kurulması kararlaştırılmış ve din derslerinin ilkokullarda okutulması kararı alınmıştır. Bir nevi günah çıkarmıştır bu kurultayda CHP. Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri uygulanan katı modernleşme politikalarını içeriden eleştiren birçok delege mevcut olmuştur bu kurultayda. O sebeple bugün özellikle CHP’liler tarafından iyi okunup tahlil edilmesi gerekiyor.