23 Ağustos 2014 Cumartesi

Güle güle ‘O Captain My Captain!’



Bazı yüzler vardır ki onları gördüğünüzde “İşte, bu insan kesinlikle bu iş için yaratılmış” dersiniz. Robin Williams’ın yüzü de adeta beyazperde için biçilmiş bir kaftandı. Komik ya da üzücü her ne anlatsa onu izleyenlerin yüzünde bir tebessüm olduğunu görürdünüz. Dünyanın en güzel gülen adamlarından biri olmasından kaynaklanıyordu belki de. Kendine has simasıyla bir şekilde izleyiciyle arasında bağ kurabilen Hollywood’un en yetenekli isimlerinden biriydi o. Oldukça sevilen komedi filmlerinin içinde yer aldı, evet, fakat dramın da üstesinden gelebildiğini kült haline gelen pek çok filmiyle herkese gösterdi. Geçtiğimiz hafta hayatını kaybetti Williams. Ölümüyle beraber içimizdeki çocuk da bir parça eksildi. Ve dünya onsuz, artık daha az komik bir yer. 

1951 yılında dünyaya gelir Williams. Çocukluğunu Michigan’da geçirir. Sırasıyla okul ve üniversite sıralarından geçer. Oyunculuk ve güldürü yeteneğini fark ettiğinde ise özel beceri gösterenlerin alındığı bir yer olan New York’taki Julliard Okulu’na kaydını yaptırır. Özellikle komedi için nadir bulunan bir yüze sahiptir. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra yavaş yavaş gösteri dünyasına adım atmaya başlar.

“Mork, Orsen’i arıyor, cevap ver”

Williams, NBC’de yayınlanan lakin pek de başarılı olmayan “The Richard Pryor Show” programının hemen ardından “Happy Days” adlı dizide oyunculuk kariyerine başlar. Bu dizide Mork adında uzaylı bir karakteri canlandırır ve izleyici tarafından çok sevilir. Mork karakterinin bu kadar popüler olması yapımcıları da oldukça şaşırtır ve karakter diziden koparılarak Williams’ın başrolünde olduğu “Mork and Mindy” adlı yeni bir dizi meydana getirilir. 1978-82 tarihleri arasında yayınlanan program amiyane tabirle tutar. Williams, ömrü boyunca görmediği bir sevgi ve itibar kazanır. Dizinin kendisine kazandırdığı popülerliği uzun bir süre kullanır Williams. 80’li yıllara doğru stand-up şovları yapmaya başlar. Bir süre böyle devam eder. Sinemaya “Temel Reis” filmi ile adım atar. Beyazperdede adından söz ettirmesi ise 1987 yılında “Good Morning, Vietnam” filmi sayesinde olur. Film ve canlandırdığı Adrian Cronauer karakteri o kadar ses getirir ki Williams bu rolle hem Altın Küre ödülünü kucaklar hem de Oscar ve BAFTA gibi ödüllere aday gösterilir. Williams, sinemada artık kendi yolunu bulmuştur. 


“Sözümün kalmadığı tek an”

1989’da belki de kendi adıyla en çok anılacak film olan “Ölü Ozanlar Derneği”nde boy gösterir Williams. Filmdeki öğrencilerin “o captain, my captain” nidaları eminim hepimizin kulağında. Bir neslin hayata bakış açısını değiştiren film olarak anıldı çoğu zaman “Ölü Ozanlar Derneği”. Ve Williams, gerçek manada hayranlarının gönlünde güzel öğretmen John Keating karakteriyle taht kurar. Lakin henüz zirveye çıkmamıştır Williams. 1997 yılında “Can Dostum” filmiyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar’a uzanır. Ödülü alırken, “Söyleyecek sözümün kalmadığı tek an” olarak tarif eder içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi. 


Kariyer olarak oldukça iyi bir seviyeye gelmiştir. Oscar ödülünü kucaklaması, kendisinin aranan adam olmasına sebep olmuştur. Rüştünü ispat etmiştir artık. Etmiştir lakin hayatı boyunca kendini aralıklarla gösteren pek çok sorun da oldukça yıpratmaktadır Williams’ı. Alkol ve uyuşturucu problemi, bir karabasan gibi takip eder kendisini. İlk ciddi işi “Mork and Mindy”den beri bağımlıdır alkole. Defalarca tedavi görür, lakin derdine derman bulamaz. Ölü Ozanlar Derneği’nde, “İnsan sadece hayallerinde özgürdür.” repliğini dile getirirken kendinden de bir şeyler katar adeta bu sözlerin içine. 


Ömrü boyunca neredeyse her yıl en az iki filmde rol alan Williams, çalışmalarının karşılığını 1 Oscar, 2 Emmy, 6 Altın Küre, 6 Grammy ve 2 Sinema Oyuncuları Derneği ödülüyle aldı. Mutlu muydu peki? Williams’ın intiharı hepimize şunu da hatırlattı aynı zamanda. Olabildiğince neşe dolu ve hayatı ti’ye alan insanların da içinde fırtınalar kopar. Çoğu zaman onların gamsız ve hayatta hiçbir dertleri olmayan insanlar olduğunu düşünürüz. Lakin kazın ayağı hiç öyle değildir. Onların da dertleri ve kederleri vardır, yüreklerinde fırtınalar kopar.

Christopher Reeve’i güldüren ilk insan

Robin Williams, Juillard Okulu’nda eğitim görürken en yakın arkadaşı Süpermen karakteriyle hepimizin aklına kazınan Christopher Reeve’di. O kadar yakın arkadaşlardı ki Williams ve Reeve aynı odada kalıyorlardı. Oyunculuklarının gelişmesi konusunda birbirlerine katkıları ise oldukça büyüktü. Bir gün Reeve, at üstündeyken geçirdiği kaza sonucu felç oldu ve depresyona girdi. Yüzü bir türlü gülmüyordu. Williams bir gün yüzüne farklı bir insan suretinde maske yaptırarak doktor kılığına girer ve Rus aksanıyla Reeve ile bir süre konuşur. Daha sonra ise bir anda maskeyi çıkarır, “Sürpriz!” diye bağırır. Böylece Christopher Reeve’i yaşadığı kaza sonrasında ilk güldüren Robin Williams olur.




18 Ağustos 2014 Pazartesi

Hayal fabrikası Stüdyo Ghibli kapanacak mı?


Geçtiğimiz günlerde anime üstadı Hayao Miyazaki’nin emekli olacağını açıklamasının ardından şimdi de Japon animasyon firması Stüdyo Ghibli’den üzücü bir haber geldi. Stüdyo Ghibli yöneticisi Toshio Suzuki, firmanın şu anki durumunun iyi olmadığını ve küçülmeye gittiklerini açıkladı. Suzuki, yayınlamayı düşündükleri yirmi yeni filmin telif ve marka tescillerinin yüksek maliyeti sebebiyle çalışan sayısında bir azalmaya gideceklerini de belirtti. Yani şirket, bir nevi iflasın eşiğine geldi.

Stüdyo Ghibli, bugüne kadar klasik çizgi film üreticisi olmaktan öte bir yerde konumlandı izleyici için. En duygusal animesi bile umut ve hayata tutunma gücü verdi. 29 yıllık ömründe, çocukluğundan kopan yetişkinleri tekrar o günlere döndürme fırsatı sağladı Stüdyo Ghibli. Çocuk filmlerinin yalnızca çocuklar için yapılmadığının da kanıtı oldu aynı zamanda. Belki de bu sebeple çocuklardan daha çok yetişkinlere hitap etti Ghibli’nin yapıtları. Lakin şirketin içinde bulunduğu kötü durum, Ghibli hayranlarının hiç hoşuna gitmiyor. Kapanır mı kapanmaz mı bilinmez. Önümüzdeki süreçte bunu göreceğiz. Filmi biraz başa sararak Anime fabrikasının bugünlere nasıl geldiğine bakalım.

Ghibli ismi, Arapça ‘sirocco’, yani Akdeniz rüzgârı kelimesinden geliyor. İtalyanlar, İkinci Dünya Savaşı’nda Sahra Çölü’nde kullandıkları keşif uçaklarına bu adı vermiş. Miyazaki’nin uçaklara saplantıya varacak ilgisi ve stüdyonun anime endüstrisinde yeni bir rüzgâr estirmek istemesi sebebiyle bu isimde karar kılınmış. Stüdyo Ghibli, 1985 yılında Hayao Miyazaki, Isao Takahata ve Toshio Suzuki tarafından kurulur. Çıkardıkları ilk resmi anime filmi ise, şirket kurulmadan bir sene önce yapımına başlayıp tamamladıkları ‘Rüzgârlı Vadi’ (1984) olur.

Getir götür işlerinden animenin zirvesine 

Takahata ve Miyazaki, Stüdyo Ghibli’yi kurmadan önce farklı animasyon şirketlerinde bazı çalışmalara imza atarlar. İki isim, kariyerlerine Toei Doga animasyon stüdyolarında çalışarak başlar. Takahata’nın ilk yıllardaki rolü genelde yönetmen yardımcılığıyken Miyazaki, getir götür işlerinden tasarıma kadar yükselir. İkilinin Toei’deki en büyük projesi ‘Horusu: Prince of the Sun’ sanatsal olarak başarılı olsa da maddi anlamda bir getirisi olmaz.


Japonya’da anime sektöründeki yavaşlama nedeniyle Miyazaki, kendi mangası olan Rüzgârlı Vadi için çizimlere girişir. Çizimler sona erdikten sonra mangayı filme dönüştürmek için yakın arkadaşı Takahata’ya gider ve filmin yapımı için bir ekip kurmaya karar verirler. Ekibin içinde Stüdyo Ghibli’nin neredeyse çoğu filmindeki müziklerde imzası bulunan Joe Hisaishi ve Toshio Suzuki de yer alır. Bu isimler ileride Ghibli’nin tasarım ve işletim aşamalarında önemli rol oynayacaktır. Hâsılı kelam, Rüzgârlı Vadi’nin yapım süreci biter ve film vizyona girer. Akabinde olağanüstü bir ticari ve sanatsal başarı elde ederler. Filmi finanse eden şirket; ticari kaygıların, sanatın ve sanatçının önüne geçmeyeceği bir animasyon stüdyosuna destek vermeyi kabul eder. Tüm eserler Japonya’da üretilecek ve stüdyo çalışanları sanatçı muamelesi görecektir. Gerekli anlaşmalar yapıldıktan sonra Takahata ve Suzuki ile birlikte Miyazaki, Stüdyo Ghibli’yi kurmuş olur.

Ve Miyazaki, Oscar’a uzanır

İlerleyen süreçte Ghibli filmleri, Japonya’da sık sık gişe rekorları kırar. Miyazaki’nin ‘Spirited Away’ (Ruhların Kaçışı, 2001) filmine verilen Oscar ödülü sebebiyle Batı ülkeleri stüdyoyu yakından tanıma imkânı bulur. Ghibli tanındıkça filmler de çetrefilli olmaya başlar. Miyazaki, yönetmenlikten emekliliğini ve bayrağı bir sonraki kuşağa devrettiğini ilan eder sıkça. Lakin her seferinde bir film daha çekmek için kürkçü dükkânına geri döner.

Ghibli animelerinde canavarlardan tutun da esrarengiz yaratıklar ve ruhlara kadar bütün tiplemelerin insana dokunan bir tarafı var. Sınırsız bir hayal gücüyle bezenmiş bütün karakterlerin gerçek yaşamda olduğu ya da olmadığı izleyici tarafından sorgulanmaz. Sözün kim tarafından söylendiğinden daha çok ne olduğu önemlidir. Günlük hayatta karşılaşılması mümkün olmayan karakterlerle kurulan bu sahici ilişki, Ghibli animelerinin sadece çizgiden ibaret olmadığına işaret ediyor aslında. Filmlerin insana dokunmasında Ghibli animelerinin pek çoğunda seyirciyi coşkunun doruklarına çıkaran Joe Hisaishi imzalı film müziklerinin de büyük bir önemi var.


Ghibli filmlerinin teması, belki de insanoğlunun doğayla kurduğu iletişim biçimi. ‘Stüdyo Ghibli’ kitabının yazarları Colin Odell ve Michelle Le Blanc’a göre ‘Rüzgârlı Vadi’, küresel kirliliğin yıkıcı sonuçlarını göstermekle kalmaz, çevreleri için hâlâ sorumluluk almaya yanaşmayan, doğayı ehlileştirmek için makine kullanan insan gruplarını da ortaya koyar. ‘Komşum Totoro’ (1988), çevreye duyulan saygının, uyumu ve ödülü nasıl getireceğini gösterirken ‘Ateşböceklerinin Mezarı’ (1988), savaşın bir ülke üzerindeki etkilerini sergiler. ‘Dün Gibi’ (1991) kent hayatı ile köy hayatı arasındaki uçurumu ve köy hayatının giderek daha fazla kentleşen bir Japonya’da, zenginliğin artması sonucu nasıl düşüşe geçtiğini tasvir eder. Kısacası her filmin bir derdi vardır. Ve bu dert, bir şekilde izleyiciye ulaşır.


Akıl ve mantık, içimizdeki ruhani olanın sahip olduğu yere ulaşamaz hiçbir zaman. Ghibli’nin fantastik filmleri de 29 yıl boyunca içimizde olan ama farkında olmadığımız dünyaları keşfetmemizi sağladı ve umarız sağlamaya da devam edecek. 1984’ten beri yirmi filme ve irili ufaklı pek çok yapıma imza atan hayal fabrikası kapansa bile, Totoro bizlere gülümsediği sürece hatıraları da canlı kalmayı sürdürecek.

Stüdyo Ghibli’nin müzesi de var

Başta Miyazaki olmak üzere Ghibli tayfasının başından beri yapmak istedikleri şeylerden birisi Ghibli müzesiydi ve bunu 2001’de gerçekleştirdiler. Ghibli Stüdyosu’nda yapılan işler 13 yıldır burada sergileniyor. Sadece sergilenenler değil, müzenin kendisi bile Ghibli fanlarını cezbedecek türden. Tokyo’ya yolu düşenler Ghibli Sanat Müzesi’ni ziyaret edebilir. Ghibli hayranlarıysa zaten edeceklerdir.