31 Aralık 2014 Çarşamba

Kızım patronum oldu


18 yıllık bir aradan sonra ‘Hoşgeldin Boyacı’ oyunuyla döndü tiyatroya Erdal Özyağcılar. Kızının kurduğu bir tiyatroda oyuncu olmanın çok güzel bir duygu olduğunu belirten usta sanatçıyla tiyatrodan yemeğe, dizilerden sinemaya, Kemal Sunal’dan Şener Şen’e kadar pek çok şeyi konuştuk.



18 yıl aradan sonra tiyatroya geri döndünüz. Aslında tiyatroya tutkuyla bağlı olduğunuzu biliyorum. Neden bu kadar sürdü?

Ben oyunculuğa tutkuyla bağlıyım. O yüzden tiyatro da sinema da dizi de aynı benim için. ‘Bizimkiler’den bu yana diziler ardı ardına geldiği için tiyatro ve sinemadan uzak kaldım. Ama tiyatro son üç dört senedir aklımızda olan bir şeydi. Güzin, kızım Zeynep ve ben son yıllarda bir tiyatro kurmak niyetindeydik ve sonunda kurduk.

Tiyatro diziye göre oldukça farklı bir mecra değil mi?

Çalışma şartları oldukça farklı tabi. Mesela geçen sene Çamlıhemşin’de ‘Sevdaluk’ dizisini çekerken hava erken karardığı için sabahın dördünde kalkıp sete gidiyorduk. Kar da kışta çekimler yapılıyordu. Ama ona göre düzenimizi kuruyorduk tabi.

Ya tiyatro?

Tiyatronun da acı şartları var. Prova edecek salon bulamıyorsunuz bir kere. Şu anda oynadığımız ‘Hoşgeldin Boyacı’ oyunu için provalarımızı Saint Michelle lisesinin salonunda yaptık mesela. Salon yok. Bir de altı-yedi saat devamlı provalar yapılıyor, haliyle yorucu oluyor tabi.

Kızınızın kurduğu bir tiyatro sahnesinde oynamak güzel bir duygu olsa gerek.

Çok güzel bir duygu. Zeynep’in de çocukluğundan beri aldığı tiyatro eğitimi sebebiyle ciddi bir birikimi oldu. Yıldız Kenter’in son talebelerindendir. Sekiz dokuz senedir de şehir tiyatrolarında oynuyor. Tiyatro kuralım dedi, biz de tamam dedik. Patronumuz Zeynep.

Eşiniz de tiyatroya gönül vermiş biri. Yardımcı oluyor mu bu süreçte?

O da ciddi destek veriyor tabi. Prodüksiyon, oyuncu seçimi, kostüm, dekor ve aksesuar gibi konularda sürekli yardımcı oluyor Zeynep’e.

Nasıl bir oyun ‘Hoşgeldin Boyacı’?

Çok şirin ve sempatik bir oyun. Yönetmenimiz Arif Akkaya. Berna Laçin ve Gözde Çetiner’le beraber oynuyoruz. Bir karakter komedisi. Yarım bırakılmış bir iş için eve gelen boyacının başından geçen ilginç olayları konu alıyor.


HAYIR DEMESİNİ BİLEN PROFESYONEL İNSANDIR.

Bugüne kadar rol aldığınız dizilerin neredeyse hepsi de tuttu. Buna ne diyorsunuz?

Burada biraz tesadüf unsuru da var tabi. Ama bir kısmı tesadüfse diğer bir kısmı da tecrübe ve bilgi birikimi. ‘Bu senaryoda yer alırsam ne olur?’ sorusunun cevabını verebilecek birikime sahip olmak önemli burada. Hayır demesini bilen profesyonel insandır. Biraz hayır demesini de bilmek lazım. Hikâye olur, roman olur, bol bol metin okumak lazım. Mesela ben devamlı proje tasarımı yapıyorum. Senaryolar üzerinde uğraşıyorum. Bu mutfağı iyi bilmek gerekiyor kısacası. Bunların hepsini bir araya getirdiğinizde de iyi işlerde yer alıyorsunuz doğal olarak.


İnsanlar Erdal Özyağcılar’ı neden seviyor?

İnsan ilişkilerinde doğallık çok önemli. Davranışlarınla, konuşmalarınla, samimi ve sıcak hareketlerinle insanların gönlünde yer edinebilirsiniz. Semtin çok sevilen delikanlısı olursunuz böylece. Yaşamın içinde de oyunculuğu bir kenara bırakıp insanlarla mahalledeki görüşmelerinizde karşı tarafa o sıcaklık ve dürüstlük geçiyor. O aşı tutuyor. Yalansız bir yapın olursa insanlar o zaman farklı bir şekilde seviyor seni. Mesela geçenlerde sıkışık bir trafikteyken bir polis gördü beni, hemen ‘vay Erdal abi, sen kırmızı ışıkta geç, bekleme’ dedi. Bu sevgi güzel bir şey.

Dizi projesi var mı ufukta?

Evet var. Benim ortaya çıkardığım bir proje, yüz sayfalık bir metin var elimde. İnşallah yılbaşında kesinlik kazanacak.

Dizi sektörünün durumu nasıl şu anda sizce?

Dizi sektörü son beş altı yıldır çok iyi işler çıkarmaya başladı.Yurt dışında da baya tuttu. Çıta yükseltti adeta. Bu dizi sektörünün başarısıdır. Bu sektör benim yaşam alanım. İyisiyle kötüsüyle içinde olmaktan çok mutluyum.

Sinemadan bahsedelim birazda. O meşhur soruyu sorayım: Hollywood’dan ya da yurt dışından hiç rol teklifi aldınız mı?

Neden alayım ki? Aklıma, rüyalarıma hiçbir yerime koymam bile. Bana hep saçmalık gibi gelir. Bizim burada boyutlarımız belli yapımlarımız belli. Türkiye’deki bir sanatçının eğitiminden tut insan ilişkilerine, reklamlardan kitleye ulaştırabilme imkânlarına kadar olan şeylermaalesef sınırlı. Ayrıca bir lisan olayı da var. Biraz onu es geçtik. Baştan o olmayınca da olmuyor işte. E adam seni ne yapsın o zaman. Yurtdışından oyunculuk yapmayı hiçbir dönemimde düşünmedim. Türkiye bana yetiyor.

Kemal Sunal ile de birçok filmde rol aldınız. Aranızdaki ilişkiyi merak ediyorum biraz aslında.

Kemal ile bizim tanışmamız çok eskidir. O dönem Kenterlerde ‘Karakolda’ diye bir oyun oynuyorum. Hem konservatuarın son sınıfındayım hem de Yıldız Hoca beni oraya aldı. Ondan sonra 1966-67 yıllarında ‘Deli İbrahim’ diye oyun oynadık biz. Kadro kalabalıktı bu oyunda biraz. İlk defa gazete ilanı ile küçük figürasyon için oyuncu aradılar. O gün oraya gelenlerden biri de Kemal Sunal’dı.

Böyle tanıştınız yani Sunal ile…

Evet, çok da iyi dost olduk. ‘Deli İbrahim’ oyunu bittikten sonra aradık sorduk birbirimizi, görüştük. Sonra ben askere gidip geldim ve Ulvi Uraz ile bir oyuna başladık. Bir rol için oyuncu arıyorlardı, benim de aklıma hemen Kemal Sunal geldi. Aradım hemen evini, “Kemal, biz Bursa’dayız, Ulvi Hoca bir rol için oyuncu arıyor, hemen gel” dedim. Hemen atlıyorum geliyorum dedi. Yalova’da karşıladım onu. Geldik beraber Ulvi Hoca’nın karşısına ve Kemal’i sevdi. O amatörlüğü attıktan sonra da Ertem abi ile tanıştılar zaten.


KIZIM OLDUĞU HABERİNİ İLK ŞENER ŞEN VERDİ

Türk seyircisi için o kadar çok kült filmde yer aldınız ki, sinema kariyerinizde en sevdiğiniz film hangisi?

Ayırım yapmıyorum aslında ama Züğürt Ağa’nın yeri bir başkadır. Anıları çok fazla çünkü. Bir de gerçekten çok iyi bir filmdi. Çekimi de çok uzun sürdü. Ve ben kızım Zeynep’in doğum haberini Züğürt Ağa’yı çekerken aldım. Haberi de bana Şener verdi. Sırtıma atlayarak ‘Kızın oldu, kızın oldu’ diye bağırmıştı. (gülüşmeler)


Şener Şen’le aranız nasıl?

Çok iyidir. O da şeker gibi bir insandır, çok samimidir. Çok güzel günler geçirdik Şener’le beraber.

Atıf Yılmaz’a da ayrı bir parantez açmak istiyorum. Pek çok kişide olduğu gibi sizin üzerinizde de emeği var değil mi?

Atıf abinin şöyle bir özelliği var. Bir kere Türk sinemasının üstadlarından biri. Ayrıca Atıf abinin tiyatroya ve tiyatrocuya karşı çok büyük bir saygısı, sevgisi ve zaafı vardı. Bizim zamanımızda konservatuarda okuyan tiyatrocuların sinemayla karşılaşmasını sağlayan kişi Atıf Yılmazdır. Bizi sinemaya soktu, roller verdi. Onun sayesinde bir de Ertem abiyle karşılaştık. Bir de onun okulundan geçtik. Daha ne olsun.

EVDE BALIK YEMEKLERİNİ BEN YAPARIM

Oldukça iyi bir damak zevkiniz olduğunu duyduk…

A güzeldir evet. Bizim evde Güzin’le şöyle bir paylaşımımız var. Balık yemeklerini ben yaparım.Hani evde yapılınca kokar ya,ben de balık işini üzerime aldım. Ayrıca hala sahile inip balık da tutuyorum. Tutmasını da pişirmesini de çok seviyorum. İzmaritin yağlı döneminde çok güzel çiğ balık yaparım. Şöyle limonlu zeytinyağlı. Et yemeklerini de iyi yaparım, fırında olsun ızgarada olsun. Bunlar dışında bütün zeytinyağlılar, makarnalar, pilavlar Güzin’e ait. Kendisi Çerkez’dir, elinin lezzeti vardır yani.

Evin dışında pek yemek yemiyorsunuz herhalde.

Evet, evin dışında çok az yerim. Ancak çok sevdiğim ve güvendiğim birkaç yerde özellikle yemek için çıkarım. Gurme mertebesine ulaşacak bir damak tadım var mı yok mu biliyorum ama iyi yemeyi seçerim ve severim.



22 Aralık 2014 Pazartesi

Ah bir torna tezgâhım olsa...

Yüzlerce enstrümantal ve sözlü bestenin sahibi, ama her şeyden önce bir gönül adamı Göksel Baktagir. Kendisiyle iki kelam etmeye başlar başlamaz sanatındaki duruluğun kişiliğinden geldiği anlaşılıyor. Nezaketi ve mütevazılığı da cabası. Kanun mu? Onu yanı başından hiç ayırmıyor zaten.
 


Nasıl başladı kanun aşkı?

Ailemde müzik yaşantısı sevgili babam Muzaffer Baktagir ile başlamış. Rumeli kökenli bir sanatçıyım. Kırklareli doğumlu biri olarak orada Rumeli ezgilerinin etkisiyle büyüdük. Bizim bölgemizde daha çok klasik enstrümanların yanı sıra davul zurna gibi folklorik çalgılar vardı. Fakat babam, Türk müziğinin pek çok enstrümanını icra ederdi. Çocukluğumda kendimi bildim bileli her odamız müzik aletleriyle doluydu ve bunlarla yoğruldum. Dört yıllık bir bağlama sevdası dönemi geçirdim. Ondan sonra da babamın yönlendirmesiyle kanun sazına 14 yaşında başlamış oldum. Bu enstrümanı tanıdıktan sonra da başka hiçbir enstrümana öğrenme anlamında ilgim olmadı. O gün bugündür kanunun büyülü yolculuğuna devam ediyorum.

KENDİ ASPİRİNİMİ KENDİM ÜRETMEYE BAŞLADIM


Kendinize özgü bir çalış tekniğiniz de var sanırım.

Evet. Babam kanunu kendi çapında icra ediyordu. İlk altı dersi kendisinden aldım. Daha sonra kanuna çok yakınlık hissettiğim dönemden itibaren kendi kendime işin sırrını çözmeye çalıştım. Nasıl ki aspirinin bir formülü vardır, kendi aspirinimi kendim üretmeye başladım. Bulunduğumuz ortamda bu sazın başka icracıları yoktu. Ancak dinleme ve gözlem yoluyla kendimce bir teknik oturtmaya çalıştım. Aynı zamanda solağım. Kanun, aslında yapısal olarak sol elini kullananlar için daha güzel tınılar elde etmeye yardımcı oluyor. Solak olmam, benim için bir avantaj oldu yani. Dolayısıyla kendine has sol el tekniği dediğim bir teknik oluştu. Bunu tekniği de günümüzün genç kanunilerine bir şekilde öğretme gayreti içerisindeyim.

Hocalarınız kim?

İlk hocam babamdı. Ondan sonra bütün o gözlem yoluyla elde ettiğim birikimlerde, izlediğim bütün herkes benim hocam oldu. Ama Ahmet Meter üstadımızın etkisi çok büyüktür üzerimde. Henüz iki yıllık bir kanun icracısıyken TRT’de onu izlemek büyük keyfi verirdi bana. Fakat işin inceliklerini tam anlamıyla öğrendiğim kişiyse değerli hocam Necdet Yaşar olmuştur.

Yüzün üzerinde sözlü, üç yüz civarında da enstrümantal besteniz var. Ve bu eserler bir şekilde insanların bam teline dokunuyor. Nasıl meydana geliyor bu besteler?

Bu sorunuzun çok güzel bir cevabı var. Eskiden beste yapanlara bestekâr denmiyormuş. O dönemin diliyle ‘müessir’ denirmiş. Yani tesir eden, iz bırakan. Ve bestelenen eserlere de ‘tasnif’ adı verilirmiş. Aslında kâinatta her şey mevcut. Yani Yaradan’ın sınırsız hazinesinden bizler tasnif yapmaya çalışıyoruz. Biz de hocalarımızdan aldığımız o eğitim sayesinde böyle bir şuurla hareket etmeye çalışıyoruz. Sonuçta her şey Yüce Yaradan’ın o hazinesinde saklı ve O, size bu güzelliği bahşetmişse, o güzelliği kendi ölçümüzde işlemeye çalışıyoruz.


İnternette sizin hakkınızda, “Eserlerinin gelecek nesillere kalması için kurşun kalıplar içinde arzın dibine gömülmeli, uzaya filan fırlatılmalı.” şeklinde bir yoruma rastladım. Müziğinize çok değer veren bir kitle de oluştu yıllar içinde.

(Gülüşmeler) Ben birinci planda bir enstrüman icraatçısıyım. Ancak bizim musikimiz, uzun bir dönemdir hep sözlü formda olmuş. Ve enstrümanlarımız da sözlü müziğe refakat eden bir konumda kalmış. Aslında enstrümanlar, o uzayan tınılar içerisinde çok derin metinler barındırıyor. Dolayısıyla siz bu müziği dinlediğinizde o müziği hissiyatıyla bambaşka âlemlere gidebiliyorsunuz. İcra ettiğim kanun aletiyle birçok beste yaptım ve bu besteler pek çok aletin harmanlanmasıyla bir ahenge dönüştü. Dinleyicilerimin gönlünde de o derin ahengi oluşturuyorlar. Ruha ve gönle ulaşması bakımından daha çok tesir ettiğine inanıyorum.

Sadece Türk musikisi icra etmiyorsunuz değil mi?

Sentez yapılan çalışmalara da sıcak bakıyorum. Ancak şunun altını çizmem gerekir ki ben, kendi kültürümün renklerini vermeye gayret ederek o çalışmaların içerisinde yer almaya çalışıyorum.

Günümüzde musikinin hali pür melalini nasıl görüyorsunuz peki?

Genç kesim, bizim müziğimize çok itibar ediyor. Bu çok sevindirici bir şey. Yani bir dönem “Türk müziği uyutuyor” diyenler çıktı. Fakat bizim öyle engin bir musikimiz var ki gerek makamsal zenginliği gerek form ve usül zenginliği açısından bu okyanusun içerisinde çok değerli hazineleri keşfetmiş bir güzellik olarak karşımızda Türk musikisi. Ancak onu yorumlarken bu günün anlayışını da katarak çok daha diri hale getirmeniz, sizin yorumlamanızla alakalı biraz da. Biz de bunu yapmaya çalışıyoruz.

Pek çok kötü icracı da var ama.

Var maalesef. Bugün Batı müziğinin klasik olmuş, son derece önemli eserlerini de son derece kötü bir yorumla dinlediğinizde o eser hiçbir yere ulaşmaz. Mozart’ın gönüllerimize ulaşmış eserlerini kötü bir yorumcudan ilk dinliyor olsanız Mozart’ı bir anda bitirebilirsiniz. Dolayısıyla ilk olarak bestenin içinde bir dinamizmin sergilemesi gerekiyor. Bizler, ahenk derdindeyiz. İcra ettiğimiz çalgılar ve ortaya konan bestelerle bir kompozisyon meydana geliyor. Bu ahengi en iyi şekilde ortaya koymak da iyi bir yorum becerisine ihtiyaç duyuyor.

Geçtiğimiz ay Alaturka müziğin yasaklanışının yıl dönümüydü. Mazimizde böyle yaralar da saklı. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

Tabi ki bu kesinti keşke hiç olmasaydı. Sonuçta bize ait olan bir kültürün zedelenmesine sebep olmuş bir durum. O dönem o müzik türünden hiç nasiplenmeyen insanların olduğunu düşünün. Hiç hoş değil tabi.

EN BÜYÜK İDEALİM TORNA TEZGAHINDA İNCE İŞÇİLİK YAPMAK


Müzikten ve albüm yapmaktan başka bir meşgaleniz var mı? Boş vakitlerinde ne ile uğraşır Göksel Baktagir?

İleriye yönelik benim çok fazla arzu ettiğim fakat hala başlatamadığım şeyler var. Teknik lise mezunuyum ben. Ahşap işleri bölümünde okudum ve lise yıllarında ahşabın kokusu beni çok cezbederdi. Çocukluk dönemlerimde zeytin çekirdeğinden tesbih yapmaktan tutunda ahşap ile ilgili bazı şeyler yaptık. Ama en büyük idealim, belki emeklilik dönemlerinde olur, balkonumun bir köşesinde çok küçük bir torna tezgâhı, son derece zahmetli olan o kıl testeresiyle ince işçilikleri yapmak istiyorum. İçimde aslında kanayan yara gibi bir şey bu. Ama henüz başlayamadım maalesef. Ve kıymetli büyüğümüz sedefkâr Salih Balakbabalar’dan da ders almak istiyorum kısmet olursa.

Ufukta ne gibi projeler var?

Şu anda üzerinde yoğunlaştığımız çalışma bir Türk müziği albümü. Kısmet olursa Ocak ayının ortaları gibi çıkacak. Hem Türk müziği repertuvarı var hem de yakın kültürlerimizin müziği de var bu albüm içinde. Arapça bir iki şarkımız var, Bosna şarkımız var, Rumca bir parçamız var. Çok renkli ve güzel bir albüm müzikseverleri bekliyor. Bu arada Ocak ya da Şubat’a yetiştirebilirsem ‘Gönül Bağı’ adını verdiğim enstrümantal bir albüm çalışmam çıkacak. Benim için çok önem arz ediyor. Bir vefa borcu olarak bestelediğim özel eserler var. Babamı anlatmaya çalıştığım bir eserden tutunda Avni Anıl üstadımızın o güzel eserlerinden yola çıkarak kompozisyon haline getirdiğim ‘Anıl’ adlı bir saz semaisi var bu albümde. Tac-ı ser olmasını beklediğim bir çalışma olacak umarım.


12 Aralık 2014 Cuma

Alaturka müzik de neymiş!


1926 yılında klasik Türk müziği eğitimi resmî müfredattan çıkarıldı. 1936’da ise radyolarda alaturka müzik yasaklandı, sesi kısıldı. Çiçeği burnunda olan yeni ulus-devletin elbette ki yeni bir müzik anlayışı olmak zorundaydı. Ve devletin demir eli, pek çok alanda olduğu gibi kulaklarda da varlığını hissettirecekti.


Modernleşme toplumları, modern toplumların birkaç kuşakta yaptığı şeyleri çok kısa bir sürede yapmak zorunda hisseder kendini. Bu dönemin modernistleri de hem kurucu hem de eleştirel bir tavır takınarak aynı anda birden fazla kuşak gibi davranır. Son yüz elli yıllık tarihimizde, Osmanlı’nın son demlerinden cumhuriyetin kuruluş ve gelişim aşamalarına kadar bu durumun pek çok emarelerini görebilmek mümkün. Alaturka müzik meselesi de devrimin soğuk nefesini ensesinde hisseden meselelerden biri.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren keskin bir eksen kayması yaşandı. Doğulu bir toplumdan Batılı bir toplum inşa etmek için pek çok alanda kökten değişiklikler meydana geldi. Alfabeden kılık kıyafete kadar birçok kültürel ve toplumsal mecrada yeni bir zihniyet tasavvuru oluşturulmaya çalışıldı. Bu zaviyeden bakıldığında toplumun ‘medenîleştirilmesi’ için, var olan Doğu’nun ilkel müzik anlayışı yerine ‘çağdaş ve medenî’ müziğin geçirilmesi lazım geliyordu. Dolayısıyla müzik de bu değişimden nasibini alan yapılardan biriydi.

Aslında alaturka müziğin yerine Batı müziğini ikame etme çabaları 1924 yılından itibaren başlamıştı. Ziya Gökalp’in 1924 tarihinde kaleme aldığı ‘Milli Musiki’ ma­kalesinde, bu tür uygulamaların emareleri görülüyordu. Gökalp’e göre, Arap, İran ve Bizans karışımı olan ‘Divan müziği’ bizim musikimiz sayılamazdı. Modern Türk toplumunun musikisi, Orta Asya ezgi motiflerinin korunduğu halk mu­sikisinin, Batılı armoni anlayışıyla modernize edilmesi neticesinde ancak gerçekleştirilebilirdi. Gökalp, bu düşünceleriyle, meydana gelen yeni ulusun yeni bir müzik anlayışına da sahip olması gerektiğini dile getirirken aynı zamanda eski müziğin tasfiyesine de yeşil ışık yakıyordu. Yine o yıllarda Ankara’da bir Musiki Muallim Mektebi kurulmuş ve bu okulun, ortaöğretim kurumları için Batı müziği eğitimi almış öğretmenleri yetiştirmesi amaçlanmıştı. 1926 yılında ise müzik okulu, şehreminliğe bağlandı ve bu esnada Şark musikisi şubesi de kapatıldı. Böylece klasik Türk müziği, ülkedeki müzik müfredatından çıkarıldı. Ülke genelinde Türk müzik çalgıları, resmi talim ve tedrisattan kaldırıldı.

Radyoların sesi kısılıyor

Mustafa Kemal, 1934’ün Kasım ayında gerçekleştirdiği 4. Yasama Yılı açılış konuşmasında “Bugün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağarta­cak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal; ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek de­yişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak; bu sayede Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.” sözlerini dile getirir. Atatürk’ün bu sözleri İçişleri Bakanlığı’nı hemen harekete geçirir. Basın-Yayın Genel Müdürü Vedat Nedim Tör, hiç vakit kaybetmeden Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya’yı ziya­ret eder ve “Paşa bunu söylediğine göre herhalde alatur­kanın yasak edilmesini istiyor. Yaparsanız hoşuna gider.” sözlerini sarf eder. Gerçekleşen bu söz trafiğinin ardından işin ucu radyoya kadar dokunur ve Türk musikisi yayınları durdurulur.

Radyolardaki yasak iki yıl sürer. Tam iki yıl boyunca klasik Türk musikisi kulaklarda sadece hoş birer sada olarak kalır. Aynı zamanda süreli yayınlarda bir itibarsızlaştırma seferberliği başlar. Şark müziği uyuşuklukla özdeşleştirilir ve ‘adi meyhane müziği’ olarak sunulur. Dile getirilen bu ötekileştirici söylem karikatürize edilerek halk nezdinde Batılı bir ‘kulak zevki’ tesis etmenin yolları aranır. Hatta Batılı müziğinin köklerinin Türklüğe dayandığına ilişkin tezler ortaya atılır. Buna mukabil dönemin yazılı medyasında “Keman ve saksafon Türk çalgılarıdır.” gibi haberlere şahit olmak da mümkün. 1936 yılında radyolardaki yasak kalkar. Radyoda kalkar kalkmasına fakat müfredattaki değişiklik aynen kalır. Ta ki 1976 yılına kadar. Hasıl-ı kelam tam elli yıl sürer. 1976’da İstanbul’da bir Türk müziği konservatuvarı açılmasıyla birlikte de klasik Türk müziği eğitimi yasağı son bulur.


Besim F. Dellaloğlu bir kitabında, “Batı’nın Batı olması için alfabesini değiştirmesi, takvimini değiştirmesi gerekmiyor. Demek ki modern olmak orada belirlenmiyor.” diyordu. Oldukça uzun süren, belki de hâlâ sürmekte olan modernleşme tecrübemize bakıldığında, yukarıdaki cümlenin ne kadar hassas bir noktaya temas ettiğini görebilmek işten bile değil. Bugün bizlere komik görünen, fakat geçmiş dönemlerde tüm devletin seferber edilerek gerçekleştirdiği bu politikalar, bir toplum mühendisliğinin ürünüydü. Aradan geçen 88 yıl ise, gelen her iktidarca toplum mühendisliği arzusunun hiç gemlenmediğini, devlet var olduğu sürece de gemlenmeyeceğini anlatıyor sanki bize.

“Artık bu basit musiki, Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez!”

Alaturka müziğin yasaklanması mevzusu bir anda meydana gelen bir şey değildi. Aynı zamanda değişmekte olan bir zihniyetin ürünüydü. 8 Ağustos 1928 tarihinde Sarayburnu’nda Cumhuriyet Halk Partisi’nin düzenlediği bir konserde, sırasıyla Caz Band’in dans müzikleri, Mısırlı Müniretü’l Mehdiye’nin Arapça şarkıları ve son olarak Eyüp Musiki Cemiyeti’nin kürdilihicazkâr faslı yer alır. Konsere Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de katılmıştır ve etkinliğin ardından şunları dile getirir: “Bu gece, burada, güzel bir tesadüf eseri olarak Şark’ın en mümtaz iki musiki heyetini dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak tezyin eden Müniretü’l Mehdiye Hanım sanatkârlığında muvaffak oldu. Fakat benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musiki, bu basit musiki, Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kafi gelmez. Şimdi karşıda medeni dünyanın musikisi de işitildi. Bu ana kadar Şark musikisi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk, derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyor ve şen, şatırdırlar, tabiatın icabatını yapıyorlar. Bu pek tabiidir. Hakikaten Türk fıtraten şen, şatırdır. Eğer onun bu güzel huyu bir zaman için fark olunmamışsa, kendisinin kusuru değildir. Kusurlu hareketlerin acı, felaketli neticeleri vardır. Bunun fariki olmamak, kabahatti. İşte, Türk milleti bunun için gamlandı. Fakat artık millet hatalarını kanı ile tashih etmiştir; artık müsterihtir; artık Türk şendir, fıtratında olduğu gibi. Artık Türk şendir.”

10 Kasım 2014 Pazartesi

Bir Nolan var, Nolan’dan içeri


2000’li yılların dâhi yönetmeni. Çektiği yedi filmden altısı IMDB Top 250 listesinde. Her yeni filmi, milyonlarca hayranının yoğun ilgisine mazhar olan bir yönetmen, daha doğrusu sanatçı. Evet, Christopher Nolan’dan bahsediyoruz. Bu hafta vizyona giren yeni filmi ‘Interstellar’ ile karşımızda tekrar. Peki henüz 44 yaşında olan Nolan, genç yaşında böyle bir itibarı nasıl yakaladı?


Fast-food lokantalarında menünün yanında verilen çizgi roman karakterinin oyuncağını efsaneye dönüştürmüş bir isim kendisi. Hollywood’un dâhi yönetmeni Nolan, 1970’te doğan bir Londralı. Babası bir İngiliz reklam yazarı, annesi ise Amerikalı hostes. Hani daha çocukluğunda ileride ne olacağı belli olan insanlar vardır ya, Christopher Nolan da bunlardan biri işte. Küçük yaşlarından itibaren yönetmen olmayı kafasına koymuş, yedi yaşındayken de babasının kamerasıyla ilk kısa metrajlı filmini çekmiş.

Eve giren hırsız ve hırsızdan mülhem ilk film

Christopher Nolan, ortaöğrenimini Haileybury and Imperial Service College’de tamamladıktan sonra lisans eğitimi için University College London’a geçer. Okuduğu bölüm İngiliz edebiyatıdır. Okuldayken sürekli kısa metrajlı filmler çeker. İleride adından söz ettirecek farklı ve kendine has senaryoların temelleri o dönemlerde atılmaya başlar. 1997’de film prodüktörü Emma Thomas ile evlenir Nolan. O sıralarda ise Graham Swift’in “Waterland” kitabına tabiri caizse kafayı takmıştır. Çok sonraları yönetmenliğini yapacağı ‘Inception’ (2010) gibi filmlerin temelini, bu romanda geçen eşzamanlılık unsurlarına borçludur. Velhasıl-ı kelam, tam bu sırada bir gün hırsız girer evine. Nolan, oldukça etkilenir bu olaydan ve kendisinin ilk özgün senaryosu olan Following (1998) bu esnada ortaya çıkar. Ertesi yıl ise bu hikâyeyi beyazperdeye aktarır ve ilk uzun metrajlı filmini çeker.

Following ortalama bir filmdir ve ortaya çıkan sonuç Nolan’ı tatmin etmez. İstediği şey dehasını tüm yönleriyle ortaya koyan bir esere imza atmaktır. Tam da bu sırada Nolan’ın adını tüm dünyaya duyuracak film olan Memento’nun (2000) yapımları başlar. ‘Memento Mori’ isimli kısa bir hikâyeden uyarlanan film oldukça sıra dışı ve Nolan’ın üslubunu sonuna kadar yansıtan bir yapım olur. Tersten akan bir hikâye söz konusudur ve kurgu, normal bir sinema izleyicisinin tahayyül etmekte zorlanacağı bir kurgudur. Film tüm dünyada ciddi yankı uyandırır ve yönetmenin başarısı pek çok ülkede dilden dile dolaşır.

Nolan, Batman’a el atıyor

Memento inanılmaz bir şöhret ve itibar getirir Nolan’a. Üzerinden henüz iki yıl geçmiştir ki bu sefer başrollerini Al Pacino, Robin Williams ve Hilary Swank’in paylaştığı “Insomnia” (2002) yapımına girişir. Bu yapımı da ilgi görür fakat Memento’nun sahip olduğu şöhrete ulaşamaz. Artık daha ciddi projelere girişmenin vakti gelmiştir. Nolan, kolları sıvar ve oldukça meşhur bir karakterin hikâyesini beyazperdeye aktarmak için çalışmalara başlar. O isim Bruce Wayne’den başkası değildir. Bilindik ismiyle Batman. Üç filmlik bir seri halinde kurar projeyi Nolan. İlk film 2005 yılında “Batman Begins” olarak selamlar izleyiciyi.

Nolan’ın Batman profili, kendinden önceki Batman profillerinden oldukça farklıdır. Ve izleyici, bu Batman’i daha çok sever. Önceki versiyonlarında yer alan trajikomik yapı artık yerini sadece trajik bir duruma bırakmıştır ve daha karanlık bir atmosfer vardır. Herkes üçlemenin devam filmlerini merakla beklerken araya bir film sıkıştırır yönetmen: “The Prestige” (2006) İki illüzyonist arasındaki rekabeti anlatan yapıt türünün en kaliteli işlerinden biri olarak görülecektir.


Her filmi merakla beklenen ve rüştünü ispat etmiş bir yönetmen olmuştur artık Nolan. Sıra Batman serisinin ikinci filmine gelmiştir. “The Dark Knight” (2008) vizyona girdiğinde, sinema salonlarında neredeyse izdiham yaşanır. Batman’i bir süper kahramanın ötesine taşıyan Nolan, hikâyeyi kendi üslubuyla ve oldukça farklı bir şekilde verir. Sorunlu bir karakter olan Bruce Wayne’in yanına bir de Heath Ledger’ın canlandırdığı Joker karakterini ekler. Ve pek çok kişiye göre bir başyapıt ortaya çıkarır. Nolan’ın elini değdirdiği her şey altına dönüşüyordur sanki.

“Daha iyisini yapamaz artık” denilen anlarda sinemaseverlerin karşısına onları daha da şaşırtacak projelerle çıkıyordu Nolan. Bir sonraki projesiyse “Inception”du. (2010) Uzun süredir gerçekleştirmeyi planladığı bir yapımdı bu. İzleyicinin kafasını allak bullak etmek istiyordu. Senaryosu baştan sona kendisine ait olan bu film, vizyona girdikten sonra uzun süre konuşuldu, üzerine teoriler üretildi ve tüm dünyada yankılandı. Artık sıra Batman efsanesine son noktayı koymaya gelmişti. “The Dark Knight Rises” (2012) ile Nolan, üçlemenin son halkasını tamamlıyordu. Arkasında ise milyonlarca hayran bırakmıştı.

Aradan geçen iki yıldan sonra şimdi de “Interstellar” filmiyle karşımızda beyazperdenin dâhi yönetmeni. Michael Caine gibi kemikleşmiş seçimlerin yanı sıra Nolan bu filmde tercihini Matthew McConaughey, Anne Hathaway ve Jessica Chastain’dan yana kullanıyor. Empire dergisine verdiği röportajda ise film için şu cümleleri sarf ediyor: “Aslına bakılırsa, Interstellar alıştığımız o klasik yapıya sahip bir film, lakin anlatı ögelerinin tazeliği onun değerini artıran özelliği. Hatta, benim çocukluğumda izlediğim büyük gişe filmlerine benzetiyorum onu bu yanıyla; zeki, meydan okuyucu, tansiyonu sürekli ayakta tutan yapısıyla. Bir açıdan da Inception’ın aynadaki yansıması aslında Interstellar. Inception’ın içe daraldığı yerde, o dışa açılan bir film.” Her yapımında ‘kurgunun dibine vuran’ Nolan’ın yeni filminde bizleri nelerin beklediği ise merak konusu. Henüz erken tabii fakat Stanley Kubrick alınmaz ise kendisi için modern zamanların Kubrick’i olma yolunda hızla ilerliyor dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde.

Christopher Nolan hakkında eksantrik bilgiler

-Her ne kadar hayatı kadraja bağlı olsa da Christopher Nolan’ın renk körü olduğunu pek çoğumuz bilmeyiz. Kırmızı ve yeşili göremiyor.

-Bir James Bond hayranı.

-Stanley Kubrick ve Ridley Scott favori yönetmenlerinden.

-Sinemaya çok genç yaşta âşık olan Nolan, henüz yedi yaşındayken babasının 8 mm kamerasıyla çektiği gerçeküstü bir kısa metraj film olan “Tarantella” PBS kanalında gösterildi.

-Nolan, 3 filmlik bir Batman serisini baştan aşağıya çeken ilk yönetmen.

-E-mail adresi yok. Asistanı okuması için önemli mailleri bastırıp veriyor.

-Hafta sonları asla çalışmıyor.

-Sıcak çay bağımlısı.

-Film yapmadan önce iki haftasını babasının daktilosunda orijinal fikri yazarak geçiriyor.