6 Ekim 2015 Salı

Yazarlar da hasta olur




Raflardan eksik etmediğimiz kitapların yazarları, sadece eserleriyle cezbetmiyor ilgimizi. Yaşamları, mutlulukları, mutsuzlukları, yedikleri ve içtikleriyle de hep merak ederiz nasıl bir hayat sürdüklerini. Pek aklımıza getirmeyiz ama bir de kronik hastalıkları var. William Shakespeare'den James Joyce'a, Herman Melville'den George Orwell'a kadar pek çok yazar, ömrü boyunca birçok hastalıktan muzdarip bir şekilde hayatını sürdürmüş.


Bu hastalıklar ve takıntılar kalemlerini etkilemiş, belki de kendilerine has üslubun gelişmesinde pay sahibi olmuş. Kimi ömrü boyunca tüberküloza maruz kalmış, kimi depresyona tamah etmiş, kimi de takıntılarla hayatını geçirmek zorunda kalmış. Anlayacağınız neredeyse hiçbiri normal ve sıradan bir hayat geçirmemiş. Tam da buradan yola çıkan yazar John J. Ross, “Shakespeare'in Titremesi Orwell'in Öksürüğü” adlı çalışmasında, tarihe mal olmuş edebiyatçıların hastalıklarına odaklanıyor. Aynı zamanda bir hekim, dahiliye ve enfeksiyon hastalıkları uzmanı, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi Kanadalı Ross, kitaptaki isimlerin hastalıklarını yer yer kurmaca şeklinde hikâye ederek okuyucu için hem rahat bir dil sağlıyor hem de meraklarını cezbediyor. Bakalım büyük yazarlar, hangi hastalıklarla baş etmek zorunda kalmış...


Titrek el yazılı Shakespeare


Üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ diri, hâlâ kült, hâlâ meşhur Shakespeare'in ismi ve eserleri. Kendisine pek çok hastalık atfedilmesine rağmen ayakları yere basan bir tahmin yürütebileceğimiz vaka titrek bir el yazısına sahip olması. Shakespeare'in elyazmalarına bakan herkes, titrek el yazısını hemen fark edecektir.  Bu titrek el yazısını parkinson hastalığına bağlayanlar olduğu gibi, yazar John J. Ross, parkinsonlu hastaların el yazılarının minicik olduğunu fakat Shakespeare'in el yazısının normal boyutlarda olduğunu belirtiyor. Shakespeare ile adı anılan bir diğer hastalık da frengi. Eserlerinde bolca geçiyor bu hastalık ve kendisinin hastalık üzerinde bu denli çok durmasını, yazarın da frengiden muzdarip olduğuna bağlayanlar var. Kesin bir kanıt olmasa da ihtimaller dahilinde olduğunu belirtmekle yetinelim.


Tökezlemeden yürüyemeyen Swift


Jonathan Swift de birtakım hastalıkların yazarlığını etkilediği isimler arasında yer alıyor. Hatta o kadar etkiliyor ki bakın George Orwell, onun için neler söylüyor: “Hasta bir yazardır. Çoğu insanda yalnızca aralıklarla görülen depresif ruh halinden hiç çıkmıyordu; daha çok karamsarlıktan ya da grip sonrası etkilerinden mustarip biri kitap yazmaya kalkmış gibi… Yine de ilginçtir ki pek az çekinceyle en çok hayranlık duyduğum yazarlardan biridir ve hele ki Gulliver'in Gezileri sıkılmamın imkânsız olduğu bir kitaptır.” Swift'in hastalığının muhtemelen Ménière hastalığı olduğunu söylüyor John J. Ross. Baş dönmesi atağına sürekli maruz kalmış ve düz yolda yürüyemez hale gelmiş. İlk başlarda bu durumu çok fazla elma yemesine bağlamış Swift. Ağzından aktaracak olursak, “Bu sersemliği bir oturuşta yüz tane golden elma yemeye borçluyum.” diyormuş. Fakat sonradan bu durumun elmadan kaynaklanmadığı anlaşılmış. Bir iç kulak hastalığı olan Ménière, yazım yaşamını da olumsuz etkilemiş uzun bir süre.


Meşhur öksürük nöbetleri ve Orwell


Distopya denince akla ilk gelen isimlerden biri George Orwell. Onun muzdarip olduğu hastalıkların başında ise zatürre ve tüberküloz geliyor. Çocukluğunda pek de iyi olmayan sağlığı, yetişkinliğinde de aynıymış. 1.90 metre boyu olmasına rağmen kilosu 77'yi hiç geçmemiş. Sürekli hırıltılı bir öksürüğü varmış. Kanlı öksürük nöbetleri geçirirmiş. Hayatının son dönemlerinde tüberküloz daha baskın hale gelmiş. Aşırı derecede kilo kaybı yaşamış ve bu durum yazı hayatını oldukça fazla etkilemiş. Sonunda hastalığa daha fazla dayanamamış ve tüberküloza yenilmiş, hem de fiziki olarak ağır bedeller ödeyerek. Orwell'ın yaşamına baktığınızda gördüğünüz tek renk siyah olur. Belki de ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört' kitabındaki kasvetli ve karanlık hava, bizzat kendi hayatından geliyordur, kim bilir…


Dönemin hastalığı tüberküloz ve Brontë kardeşler


Brontë kardeşler, edebiyat dünyası için oldukça önem atfedilen yazarlar arasında yer alıyor. İki kardeşin birden yazın dünyasında bu kadar meşhur olması çok fazla karşılaşılan bir durum değil zaten. Fakat muzdarip oldukları, hatta hayatlarını kaybetmelerine sebep olan hastalık, dönemin en çok can alan rahatsızlıklarından biri olan tüberkülozdu. İngiltere, o zamanlar küreselleşen bir tüberküloz salgınının merkez üssüydü. Ross'a göre doruk noktasına ulaştığı 1800 yılında, tüberküloz, her yıl İngiltere nüfusunun yaklaşık yüzde birini öldürdü. Lakin Brontë kardeşlerin karşı karşıya olduğu hastalık sadece bu değil. Ross'a göre duygu bozukluğu ve Asperger sendromuna yakın bir haleti ruhiyeye sahip olmaları, eserlerini olumsuz değil, olumlu manada etkilemiş. Yaratıcılık ve takıntılı bir çalışma ahlâkı, edebiyatta başarılı olmalarını sağlamış.


Aşırı stres, bipolar ve Melville


1859 yılında Herman Melville'nin komşusu olan Sarah Morewood, yazar hakkında şunları dile getirir: “Herman Melville iyi değil. Ona huysuz demeyin, o hasta.” Geçip giden yılların getirisi, Melville için pek çok zaman stres oldu. Babasının ölümü, ailesinin servetinin çöküşü ve benzeri etkenlerin üzerinden gelmesi meşhur yazar için kolay olmamakla birlikte edebî yönünü her zaman beslediğini söylemek mümkün. Bir yandan da ruhsal buhranların üstesinden gelmeye çalıştı Melville. Karanlık depresyonları, bipolar bozukluğu için bir faktör yazar Ross'a göre. Ki Melville'nin yazdıkları, Moby Dick'in açılışındaki depresyon ve intihar imalarında da bu durumun izlerini görüyoruz. Fakat ilerleyen dönemlerde, özellikle ‘Billy Bud' isimli eserini kaleme almasından sonra hastalığı aşma yönünde bir hayli çaba sarf etmiş Melville. Yazılanlara bakıldığında da epey yol almış görünüyor.


Sorunlu gözler ve Joyce


Hayatı tek bir hastalığın esaretinde geçen yazarlardan biri James Joyce. Yüzlerce yıldır bitmeyen belsoğukluğu hastalığına yakalanır. Tedavi için elinden geleni yapar fakat maalesef tam anlamıyla bir çare bulunmaz. Birçok ameliyat geçirir, farklı yöntemlere başvurur lakin sonunda elde ettiği görme yetisini neredeyse tamamen yitirir. Böyle bir hastalığın sonucu olarak yaşamının sonuna doğru ağır bir depresyon geçirir, bir yandan da göz sorunu büyümektedir. John J. Ross, bu konuda şunları söyler: “Birkaç glokom atağı geçirdi; sokağın ortasında geçirdiği bir tanesi öyle ani ve şiddetliydi ki, acıdan gözü dönmüş bir halde göz doktorunu baskıyı azaltsın diye irisin bir kısmını kesip almaya zorladı.” Joyce'un görme yetisi azaldıkça işitme duyusu keskinleşir ama depresyon ve takıntı, hayatı boyunca baki kalır. Ölmesi ise, yine acı nöbetleri içinde olacaktır.


2 Ekim 2015 Cuma

Tatil aşkıyla yollara düşüren filmler



Her ne kadar yaz aylarının sonuna doğru yaklaşsak da içimizdeki tatil aşkı bitmek bilmiyor. Tatile gitmiş olun ya da olmayın, işte içinizde yola çıkmak için ufak da olsa bir kıvılcım çaktıracak filmler…



‘Ah, bir tatile bile çıkamadım bu yaz' diyenlerdenseniz üzülmeyin. Kendinizi yollara atamasanız da bir nebze olsun tatil ihtiyacınızı tatmin edecek filmler mevcut. Belki de sadece tatmin olmakla yetinmeyecek, kalbinizde çakan bir şimşekle kendinizi tatil planı yaparken bulacaksınız, kim bilir. Sinemalarda gösterimde olan ‘Tatil Zamanı' da bir nebze olsun tatil hasretinizi giderecek cinsten. Komedi ve tatil temalarını harmanlayan film, 1983 yapımı ‘Sevimli Aile Tatilde'nin yeniden çevrimi. Başrollerinde Ed Helms, Christina Applegat, Leslie Mann ve Chevy Chase'in yer aldığı film, Griswold ailesinin ülkeyi baştan başa turlayarak Amerika'nın en önemli eğlence parkı olan Walley World'e doğru yola koyulmalarını konu alıyor. Biz de vizyonda olan ‘Tatil Zamanı' filmini fırsat bilip kalbe dokunan ve insanı mutlu eden tatil ve yol filmlerini derledik, bir göz atın bizce.




Sean Penn'in yönetmenlik koltuğuna oturduğu ve kült hale gelen filmi ‘Özgürlük Yolu', gerçek bir hikâyeye dayanıyor. İzleyiciyi bu kadar etkilemesinin sebebi de biraz buradan geliyor herhalde. Christopher McCandless üniversiteden mezun olduktan hemen sonra yapmak zorunda olduğu sorumlulukları yerine getirmek istemez. Sahip olduğu bütün parasını yakar ve Alaska'da doğa ile bire bir yaşamak için yola koyulur. Bu yolculuk boyunca pek çok badireler atlatır, farklı yaşanmışlıklara şahitlik eder. Doğayı kendine ev edinir. Yerinde bir kapitalizm eleştirisi de barındıran filmi değerli kılan bir diğer faktör de müzikleri ve Eddie Vedder imzası taşıyor.



Bir araba, iki kadın ve yapılacak yüzlerce kilometre… İnsanı arabaya atlayıp kendini otobana bırakmaya zorlayan filmlerden biri ‘Thelma ve Louise'. Konusu ise şöyle: Erkek arkadaşından bıkan Arkansaslı garson Louise, anlayışsız kocasıyla birlikte sıkıcı bir hayat yaşayan arkadaşı Thelma'nın aklını çeler. Şahane bir araba yolculuğu ve maceralar kendilerini beklemektedir. Ridley Scott'ın yönetmenliğindeki yapım, oldukça fazla hayrana da sahip oldu kısa sürede.



İngiliz komedyen Rowan Atkinson'ın bir zamanlar oldukça ilgi çeken karakteri Mr. Bean. Ve onun sinemaya uyarlanan ikinci filmi ise yol ve tatil temaları üzerine kurulu. Hem yol hem tatil hem de komedi ögelerini harmanlayan yapım, izleyiciye güzel bir iki saat vaat ediyor. Kahramanımız Mr. Bean, yeni macerasında Fransız Riviera'sına tatile gider. Amacı tatilini yaparken bir yandan da film çekmektir fakat başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmez. Talihsizlikler birbirini kovalar. Ortaya da güneşli ve rengarenk bir film çıkar.



Biraz da eskilere gidelim. Mesela 1953 yılına. Usta yönetmen William Wyler'ın imzasını taşıyan ‘Roma Tatili', başrollerinde Audrey Hepburn ve Gregory Peck gibi isimleri de aynı yapım altında buluşturan bir tatil filmi. Bir prenses olan Ann, saray protokollerine göre yaşamak zorundadır. Avrupa turunun bir durağı olan Roma'ya geldiğinde sıkıldığı bu tempodan kurtulmak ister ve bir gece kimseye haber vermeden saraydan kaçar. Sonrasında başına gelenlerse hem komik hem de oldukça romantik.



Klasik bir yol filminden oldukça farklı ‘Küs Kardeşler Limited Şirketi'. Bir kere yönetmen Wes Anderson. Sıradan üslupla bir film ortaya koyması beklenemez. Birbirine yabancı üç kardeşin babalarının ölümünün ardından Hindistan'a bir tren turuna çıkmalarını anlatıyor film. Başlarına gelen trajikomik ve marjinal şeyleri filmi daha da orijinal kılıyor. Yolculuk sonucunda üç kardeşin aralarındaki bağın nasıl değiştiğine biz de şahitlik ediyoruz. Yolculuk her yarayı iyileştirir zaten değil mi?



Tatlı bir aile Hoover ailesi. Film de, hem sıcak bir aile hem de eğlenceli bir yol filmi. Bir Wolkswagen minibüse doluşup ailelerinin en küçük üyesinin hayalini gerçekleştirmek için California'ya doğru yola çıkmalarını konu alıyor film. Üç gün süren yolculuk boyunca neler oluyor neler… Sürprizlere açık olun; aile fertlerinin bile hayal edemeyeceği bir sona sahip yapım. Hem sıcak bir aile filmi izleyeyim hem de yolculuklarına şahitlik edeyim diyorsanız Küçük Gün Işığım tam size göre.



Tatil filmlerinin ve yol komedisinin atalarından. Başrolde ise bir devrin en komik adamlarından olan Chevy Chase var. Chicago banliyösünde yaşayan Griswold ailesi tatil için Walley World isimli eğlence parkına gitmeye karar verir. Lakin burası Los Angeles'ta yer almaktadır ve ufukta epey bir yol görünür. Yolda kuzenlerine uğrarlar, yaşlı bir bayanı arabalarına alırlar, o bayan ölür falan filan… Yol ve durum komedisine örnek olan bu yapımı izledikten sonra ne dert kalır ne keder.




Che Guevara ile arkadaşı Alberto Granado'nun ilgi çekici ve bir o kadar heyecanlı yol hikâyesini beyazperdeye taşıyan film, türünün değerli örneklerinden. Yaptıkları motosiklet yolculuğuyla Latin Amerika'nın gerçekleriyle yüzleşirler. Bildiklerinden çok farklı bir Latin Amerika bulurlar karşılarında. Yolculuk sonunda edindikleri tecrübe ise kendi geleceklerini şekillendirecektir.




2000'li yılların başında, Leonardo Di Caprio'yu daha toyluk çağında gördüğümüz ‘Kumsal', tabiri caizse insanın içini ısıtan cinsten. Amerikalı genç Richard'ı oynayan Di Caprio, macera arayışı içerisinde Tayland'a gelir. Varoluşsal bir arayış onu bu diyara getirmiştir. Bangkok'taki otelde bir Fransız çifti olan Etienne ve Franco ise ile yaşlı gezgin Daffy ile tanışır. Daffy, ona gizli bir adadan bahseder ve olaylar bundan sonra gelişir. Gözün gönlün masmavi denizlerle açılacağı film, tatile gidemeyenlere ilaç gibi gelecek.



Fatih Akın'ın damakta enfes bir tat bırakan, romantizm ile yol filmini harmanlayan yapımı Temmuz'da, türünün arkada kalmış ama nev'işahsına münhasır filmlerinden. Yalnız ve genç öğretmen Daniel'ın Juli ile tanışmasından sonra neler olduğunu anlatıyor film. Juli ilk görüşte âşık olduğu Daniel'in falına bakar ve Daniel'in çok kısa zamanda hayatının aşkını bulacağına ikna eder. Lakin işler Juli'nin planladığı gibi yürümez ve Daniel bir Türk kızı olan Melek'e âşık olur. Kahramanımız, Melek'in peşinden gerçek aşkı bulmak üzere İstanbul'a gider fakat Juli de daima Daniel'in peşindedir. Hikâyenin sonunun İstanbul'da gerçekleştiği film, enfes bir yol yapımı. Umutsuz romantikleri de es geçmeyelim.

30 Eylül 2015 Çarşamba

1,68'lik dev Al Pacino



75 yaşında bir dev o. Sinema dünyası için bir ‘dev' tanımlamasından daha fazla şey ifade ediyor mutlaka. Bu hafta ‘Hayallerimdeki Kadın' filmiyle sinemalara konuk oluyor usta oyuncu Al Pacino. Biz de kariyerine yakından bakalım ve biraz da geçmişine doğru yola çıkalım istedik…


Francis Ford Coppola'nın ‘Baba' filmini duymayanımız yoktur. Coppola, 1972 yılında filmi için oyuncu seçmeleri sırasında oldukça ince eleyip sık dokumuştu. İş Michael Corleone karakterine gelince Broadway'de izlediği bir oyundaki genç oyuncunun performansı onu çok etkilemişti. Oyunun bitmesinin ardından büyülenmiş bir şekilde kulise gitmiş ve bu gence projesinden bahsetmişti. Teklifi düşünmeden kabul eden genci pek çoğumuz Michael Corleone rolüyle hatırlıyor belki de. Lakin sinema serüveni bu tek role saplanıp kalmadı. Aksine bu rol, sıçrama tahtası işlevi gördü bir nevi. Evet, Al Pacino'dan bahsediyoruz. Coppola keşfetti kendisini belki ama o olmasa da elbet keşfedilecekti. Aslında usta yönetmen, rol için Al Pacino'yu seçtiğinde ekibin neredeyse tamamı buna itiraz etmişti. Jack Nicholson ve Robert Redford gibi isimlerin kendisine önerildiği Coppola ise söylenenlere kulak asmadı ve onda karar kıldı. Henüz genç ama artık meşhur bir oyuncu olan Al Pacino, filmi beyazperdede hiç izlemez. Nedenini kendisinden dinleyelim: “The Godfather'ı perdede hiç izleyemedim o zamanlar. Çünkü vizyona girdiği zamanlarda çok gergindim. Rol aldığım filmi izlemek eski bir fotoğrafıma bakmak gibi sıkıcıydı benim için.”

Şüphesiz ‘Baba', Pacino'nun başarılı olduğu tek film değil. ‘Serpico', ilk ve tek Oscar ödülünü aldığı ‘Kadın Kokusu', ‘Scarface', ‘Carlito'nun Yolu' ve ‘Heat' gibi pek çok başarılı performansları sığdırdı kariyerine, sığdırmaya da devam ediyor. Peki, nereden geliyor usta oyuncudaki bu yetenek? Biraz geçmişine gidelim.

1940'ta New York'ta doğar Alfredo James Pacino. New York'ta doğar doğmasına fakat aslen Sicilyalıdır. Anne babası, Pacino henüz iki yaşındayken boşanır. Dedesiyle beraber büyür, baba sevgisinden mahrumdur. Okul döneminde amatör oyunlarda sahne alır. Arkadaşları ona yetenekli olduğunu ve bu yeteneğini değerlendirmesi gerektiğini söyler sürekli. Pacino, kendisine yapılan bu telkinleri dikkate alır ve New York'ta tiyatro okumaya başlar. Maddi durumu yetersizdir. Bu sebeple okulu yarıda bırakır. Çeşitli işler yaparak geçimini sağlar. Lakin tiyatrodan bir türlü kopamaz. Ufak rollerde sahnede kendini gösterir. Kırılma noktası ise Broadway'de sahne almasıdır. Coppola'yı derinden etkileyen performansı, kendisine Hollywood'un kapılarını açar. Şeytanın bacağı kırılmıştır artık.

Geç gelen Oscar ve enfes performanslar

45 yıllık sinema kariyerine pek çok kaliteli yapım sığdırdı usta oyuncu. Fakat sinema dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olan Oscar'a uzanması pek de kolay olmadı. Tam yedi kere aday oldu fakat Oscar heykelciğine 1992 yılında ‘Kadın Kokusu' filmindeki performansıyla uzandı. Gözleri görmeyen bir emekli subayı canlandırıyordu filmde. Rolünün hakkını sonuna kadar vermişti. Geçtiğimiz senelerde -yine geç de olsa- Amerikan Film Endüstrisi, 35. Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü vermişti. Ünlü aktör konuşmasında şunları söylemişti: “Çoğu zaman bir nevi hislerime hitap eden şeyleri yapmaya çalıştım. Bazen yaptım bazen yapamadım. Gerçekten hissettiğiniz şeyi yapmak tabii eğer yapabilirseniz ya da yapacak kadar şanslıysanız iyi bir tecrübedir.”


Al Pacino, birçok filmde rol aldı almasına ama yine pek çok rolü de geri çevirdi. Şimdi sorsak belki pişman oldum diyebileceği rollerdi bunlar. ‘Kramer Kramer'e Karşı', ‘Kıyamet' ve meşhur ‘Yıldız Savaşları' reddettiği roller arasında. ‘Kıyamet' filmindeki rolü geri çevirmesi ise farklı bir nüansı içinde barındırıyor. Yönetmen Coppola, Al Pacino'yu sinema dünyasına kazandıran isim bildiğiniz üzere. Bu filmdeki Yüzbaşı Benjamin rolü içinse Al Pacino'yu düşünüyordu. Fakat o, ince bir üslupla bu rolü reddederek şu cümleyi söyledi: “İstediğin her şeyi yaparım, sadece seninle savaşa gidemem.” Aradan birkaç yıl geçti. Bu sefer sıra ‘Baba 3'ün çekimlerine gelmişti. Fiyat konusunda anlaşamadılar, usta oyuncu 5 milyon doları beğenmemişti çünkü. Coppola'nın verdiği cevap ise, birkaç yıl önceki hıncını alacak türdendi: “Ben de o zaman yeni bir senaryo yazar ve filmin başlangıcına Michael Corleone'nin cenaze törenini koyarım.”

Robert De Niro ile Al Pacino arasında hep kıyas yapılır, hangisi daha iyi oyuncu diye. Aslında bu kıyas, anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı sorusuna benzer. Al Pacino'nun bir röportajında bu konu hakkında söylediklerine kulak verelim: “Robert De Niro'yla aramda her zaman bir rekabetin olduğu düşünüldü. Bobby'yi çok iyi tanırım, iyi arkadaşımdır ve kariyer yolculuğumuzda aynı deneyimleri tattık. De Niro'nun komedi tarafına bayılıyorum, o gerçek bir dahi.” 75 yaşını deviren usta oyuncuyla beyazperdede daha pek çok kez buluşmayı ümit ediyoruz.






 Al Pacino'nun en iyi beşi

Biliyoruz, kariyeri içinde pek çok efsane karakteri barındıran bir oyuncunun filmografisi içinde eleme yapmak kolay bir iş değil. Ama olsun, biz yine de en iyi beş film listesi yapalım…


Baba, ‘Michael Corleone' (1972)
Pacino'yu Pacino yapan film. Gelmiş geçmiş en iyi yapım ve uyarlamalardan biri olan filmde, yetenekli oyuncunun başrolü üstlenmesi ise başlı başına kariyerini değiştiren bir şey. İyi ki de olmuş…


Serpico, ‘Polis Serpico' (1973)
Işığı parlayan yetenek, ‘Baba'dan sonra Serpico ile karşımıza çıktı. Gerçek bir karakteri beyazperdeye taşımak hiç de kolay olmadı onun için, lakin üstesinden en iyi şekilde geldi. Sidney Lumet gibi usta bir yönetmenle çalışması ise onun için büyük bir şanstı.


Yaralı Yüz, ‘Tony Montana' (1983)
Yeraltı dünyasının en azılı karakterlerinden biri olan Tony Montana rolünü, efsaneleşen bir performansla yansıttı beyazperdeye. Film neredeyse kült hale geldi ve hâlâ Pacino'nun en iyi rolleri arasında yer alıyor.


Kadın Kokusu, ‘Albay Frank Slade' (1992)
Ve Oscar'a uzandığı film... Tecrübesine tecrübe, yeteneğine yetenek kattığı günler ve bu sefer Akademi'nin gözünden kaçmadı bu yetenek. Albay Frank Slade rolünü canlandırdığı filmde en iyi erkek oyuncu ödülünün sahibi oldu Pacino. Ne bundan önce ne de sonra daha da bu ödüle ulaşamadı zaten.


Şeytanın Avukatı, ‘John Milton' (1997)
Karizmasının doruk noktasına ulaştığı günler ve John Milton, bir diğer isimle şeytan karakterine insan suretinde giren bir oyunculuk. Oyunculuk ise izlenesi...


29 Eylül 2015 Salı

Damak tadınıza göre kuru fasulye



Kuru fasulye bu toprakların olmazsa olmazı. Neredeyse her şehrin kendine has bir fasulyesi ve yemeği bulunuyor. Fakat İstanbul'un meşhur bir semti var ki, akıllara bir camiyi bir de fasulyeyi getiriyor. Süleymaniye'nin meşhur kuru fasulyecilerinde fasulyelerin tadına baktık...


Eski yıllardan beri bazı semtlerle özdeşleşmiş tatlar vardır. Balık yemek için ya Eminönü'ne ya da Kumkapı'ya gidersiniz. Börek deyince akıllara hemen Sarıyer gelir, büryan deyince de Fatih... Peki ya kuru fasulye? Tabii ki Süleymaniye. Kelimeler arasında bile bir kafiye var. Süleymaniye deyince artık ilk olarak akla Mimar Sinan'ın eseri Süleymaniye Camii, daha sonra da yan yana dizilmiş kuru fasulyeciler geliyor. Caminin hemen karşısında külliye olarak 15. yüzyılda yapılmış olan sıbyan mektebi, bugünün kuru fasulyecilerine ev sahipliği yapıyor. Müdavimleri arasında her sınıftan insan var. Üniversiteden profesörler, cami cemaati, öğrenciler, turistler... Caminin yanı başındaki masalara oturup bir el ediyorlar garsona. Sırasıyla masaya şöyle hali vakti yerinde bir tabak kuru fasulye, yanında tane tane şehriyeli pirinç pilavı ve yoğurt söylüyorlar. Turşuyu da unutmayalım tabii. Üstüne mi? Burada iki seçenek var, ya üzerinde bol tahinli kabak tatlısı ya da bol cevizli bir Kemalpaşa. Sizin damağınız çatlamasın da kimin çatlasın.
 
Tamam tamam, biraz fazla abarttık sanki. O kadar anlattık, peki hangi lokantada yemek yenilecek? Hepsi de güzel, şunu tercih edin diyebileceğimiz bir adres yok. Lakin az da olsa farkları var birbirinden. Zaten hepi topu üç lokanta var. Ali Baba Kanaat Lokantası, Erzincanlı Ali Baba ve Beydağı Kuru Fasulyecisi. Üçünün de aralarında küçük farklar var. Kiminin acısı biraz daha fazla, kiminin fasulyesi daha büyük kiminin de yağı fazla. Okuyun, damak tadınıza uygun olanına siz karar verin.


 İlk fasulyeci: Ali Baba Kanaat Lokantası
 

Süleymaniye'nin ilk kuru fasulyecisi burası. Tarihi olarak da bir önemi var yani. Özel elekten geçen 11 milimlik dermason fasulyesinden yapılıyor burada yemek. Kullanılan malzemeler de birinci sınıf. 76 yıllık mekânın sahibi Ayhan Bey, dokunuşun da önemli olduğunun altını çiziyor. Ustaların yıllardır değişmeyen mahareti de burada ortaya çıkıyor. Bu kadar konuşma yeter, alalım ortaya şöyle yağlısından bir tabak kuru fasulye. O günkü kırmızıbiberlerin kısmetiyle acısı bol bir fasulye yiyoruz. Yağı, kıvamı gayet yerinde. Fasulyeler büyük büyük. Yanında gelen pirinç pilavı da tane tane. Fiyatlar nasıl peki? Kuru 7, kuru+pilav 11 lira. Ortaya bir yoğurt ve üstüne de bir kabak tatlısı alırsanız fiyat biraz daha artar, bizden söylemesi.


Acıdan kaçanlar için: Erzincanlı Ali Baba


Semtin en eski ikinci fasulyecisi burası. Hemen söyleyelim, Kanaat Lokantası'ndan aldığımız tatla neredeyse aynı. Ancak buradaki tabak öncekine göre daha sulu. Ekmek bandırmak isteyenler tercih edebilir. Eskiden bir olan bu iki işletme sonradan ayrılarak farklı müesseseler halini almış. Şu anki aşçı da zaten önceden Kanaat Lokantası'nda çalışıyormuş, şimdi ise Erzincanlı Ali Baba'da. Mekânlar arasında az bir tat farkının olması da bundan geliyor. Buradaki fasulyenin acısı ve yağı biraz daha az. Yemeğin tadına biraz daha fazla varılmasını sağlıyor bu durum. Burada da 11 milimlik Erzincan dermason fasulyeleri kullanılıyor. Barış Ustak, kevgirle değil de kaşıkla çalıştıklarını söylüyor. Nedeni ise fasulyeyi çok fazla kuru yapmak istememeleri, biraz sulu olmalı ustaya göre. Bir bilgi daha veriyor bize. Süleymaniye'deki fasulyeciler arasında bir tek Erzincanlı Ali Baba fasulyelerini bakır kazanda pişiriyor. İllaki fazladan bir tat katıyordur bakırda pişmesi. Fiyatlara gelelim. Kuru fasulye burada da 7 lira, bir de yanına pilav eklerseniz 11 lira ödeme yapıyorsunuz.


Öğrenciler için ideal: Beydağı Kuru Fasulyecisi


Kanaat ve Erzincanlı Ali Baba lokantalarına göre daha yeni bir mekân Beydağı Kuru fasulyecisi. Fakat bu duruma çok aldanmayın. Neredeyse en tecrübeli ve daha önceden Kanaat Fasulyecisi'nin ustalarından olan Mustafa Usta pişiriyor yemekleri. Mustafa Usta, diğer iki müesseseyle aynı kalitede fasulyenin kullanıldığını söylüyor. Fakat bir fark var. Buradaki fasulyeler 11 değil 10 milim. Bir tabak alıyoruz ve hemen tadına bakıyoruz. En az acılı tabakla burada karşılaşıyoruz. Fasulyenin yaz aylarında az acılı olması mide için artı tabii. Bunun haricinde öyle aman aman bir fark yok, fiyat dışında. Buraya öğrenci mekânı dersek abartmış olmayız. Burada kuru fasulye, pilav, salata, yoğurt ve içeceğe 9 lira ödüyorsunuz. Gayet makul görünüyor değil mi?